Mustafa Demirbağ

Yalanın Kuyruğu Uzundur

Mustafa Demirbağ

İnsan bazen oturup düşünüyor; kendini, ailesini, akrabalarını, arkadaşlarını, hatta uzak ve yakın tanıdıklarımızı, içinde yaşadığımız evi, mahalleyi, şehri, ülkeyi, hatta içinde bulunduğumuz duruma göre bu herhangi bir ev eşyası veya bir olay bile olabilir. Anlayacağınız aslında zihnimizde ne büyük bir kalabalıkla birlikte yaşıyoruz, farkında bile değiliz. 

Hastalıklar, kazalar vb. bir durum söz konusu olduğunda çoğumuz bir tevekkül içine girerek, “Allah’ın takdiri böyleymiş” deriz ve zihnimizi, gönlümüzü hafifletmek için bir nedenimiz olur. Oysa “yalan” ve “riya” kesinlikle Allah’ın takdiri, hafifletici nedeninin içine girmemektedir. Zaten, zihnimizde amansız bir cenge dönüşen bu düşüncelerin en yorucu olanı duyduğumuz yalanlar, aldatılmışlıklarımız ve hayal kırıklıklarımız değil midir?

Her zaman ferahlatıcı, olumlu şeyler yazmak elbette güzeldir. Ancak acı da olsa, birileri kızsa ve eleştirse de bazen yaptığımız yanlışları da yazmak, söylemek zorundayız. Bundan sonra gelecek eleştirileri de anlayışla karşılayacağımı belirterek, hem de affınıza sığınarak. Çuvaldızı elime almak istiyorum. 

Uzunca bir süredir koca bir yalanın içinde yaşamıyor muyuz? Bunu kendimize itiraf edemiyoruz ama neredeyse etrafımızdaki her şey koca bir yalan. Şimdi istisnalar var desem, büyük bir çoğunluğumuz o istisnalar içindeki kuytu bir köşeye sokulup, kendini kandırmaya devam edecek. 

Kiminle sohbet edersek edelim, öyle güzel şeyler anlatıyorlar ki, insan, “Ne dürüst, erdemli ve mükemmel biri.” demekten kendini alamıyor. Oysa gerçek öyle mi? Buna bende dâhilim ve asla kendimi ayırmıyorum. Yalanın bir ucundan hepimiz mutlaka tutuyoruz. Kuyruğu, söylendikçe uzayan bu habis düşüncenin vagonları haline geliyoruz. Yeter ki çıkarlarımızla en ufak çatışan bir durum olsun. O zaman sadece yalan ile kalmaz, dostluk, arkadaşlık, akrabalık hatta kardeşlik bir kenara bırakılır. Başlarız haklılığımızı bire bin katarak anlatıp, kuyruğu uzatmaya. En büyük mağdur rolünü “Oscarlık”, haydi yerli ve milli olsun “Altın Kelebeklik” oynarız. 

Evde, işte, sokakta yani neresi olursa olsun gördüğümüz tanıdığımız kime soracak olsak, “Nasıl bir eş, dost, arkadaş istersiniz?” İlk cevabı ,“Öncelikle dürüst olsun, yalan söylemeyen biri olsun.” oluyor. Peki, biz ne kadar dürüstüz? İnsan çoğu zaman kendinde ve yakınında olmayana ya da her zaman az ve değerli olana heves eder. Oysa her insanda mutlaka olması gereken bu erdemleri neden isteyelim ki? 

Bir yakınım, Peygamber Efendimizin(s.a.s)’in en büyük ve belki de ilk sünnetinin “emin” olunan olmak olduğunu söylemişti. Evet, daha peygamberlik gelmeden önce müşriklerin verdiği bir sıfat olan bu olgu (Muhammed-ül Emin), zaten her insanda var olmalı, değil mi?

Dücane Cündioğlu, “Cenab-ı Aşk” kitabının bir bölümünde, şöyle bir ifade kullanıyor; “İnsanın konuşmaya en çok korktuğu kişi kendisidir. Çünkü kendimiz ile yüzleşmek her zaman en zor olanıdır.” Ben bugün kendimle konuştum ve böyle bir yazı kaleme almaya karar verdim. Bana kızın, darılın, istediğinizi söyleyin ama bir kez olsun sizde kendinizle konuşun. “Her şeyimiz doğru mu?”, “Nerede, ne zaman, kimlere, ne yanlışlar yaptım? Haksızlık ettim, kem sözler söyledim.” diye bir düşünün. Cevabınızı merak ediyorum ama asla öğrenemeyeceğim, bunu da biliyorum.

Sevgi kalmamış Yerkürede. Gülüşlerin, bakışların çoğu sahte. Anne babanın evlada olan sevgisi dışında gerçek sevgi var mı? “Seviyorum” diyoruz ama hep bir fazlasını istiyoruz. Hiç bir şekilde tatmin olmuyoruz. Kalpten bir sevgi yerine, sahte özel gün kutlamalarına sığınıyoruz. Şunu hiç düşünmüyoruz. Ben ne kadar mükemmelim ki sürekli mükemmelliği arıyorum? 

Ne demiş İbn Mesud, “Müminde bütün zaaflar doğuştan vardır. Hıyanet ve yalan hariç.”  Hayatta eksikliklerin ve zaafların olması, yalanın ve sevgisizliğin olmasından daha iyi değil mi? Tatminsizlik sürekli olarak karşımızdakini ve bizi yalana ve hıyanete doğru adım adım itmez mi? Büyüklerimizin dediği gibi, “Artık kahır çeken hiç kimse yok. Varsa yoksa ben diyenler.” var.  

Nasıl bir dünya oluşturmaya çalışıyoruz. Artık çözemiyorum. Şehirlerin, sokaklarında, parklarında ekilen güller, mineler, şebboylar bile sahte. Kokmayan çiçek olur mu? Manasız bir renk cümbüşünün içinde yaşıyoruz. Yediğimiz gıdaların hemen hepsi sahte.  Her gün doğal beslenmeden bahsediyorlar. Doğal olan bir şey kaldı mı? Doğa kaldı mı ki, doğal olan olsun. Yakıp yıkarak, keserek, öldürerek doğayı yine biz katletmiyor muyuz? Henüz demesek te, bir gün gelecek, doğada yapılan istila ve kıyımları makul göstermek için, “Hayvanlar ve bitkiler bizim şehre dayanmış ve şehrimizi istila ediyorlar.” bile dense artık şaşırmam. 

Şiirin zarif ağabeyi, Cahit Zarifoğlu’na, “Ben bu çağdan nefret ettim, etimle, kemiğimle, hücrelerimle nefret ettim.” dedirten bu çağ, hepimizi bu nefretin içine doğru çekiyor.

Lütfen! Şu “Özel” adamın özel cümlelerini iyi okuyun ve düşünün. “Ne yaptım ki ne oldu? Tiyatro tiyatroluğunu bilmeliydi. O zaman bizde insanlığımızı bilecek; karakter, şahsiyet, kişilik, kimlik gibi kelimeler dolayısıyla üzerimize dökülen boyanın lekesinden kurtulacaktık.”(İsmet Özel) 

İğnenin kâfi gelmediği aşikâr, çuvaldızı kendimize batırmanın vakti gelmiştir.
 

Yorumlar 4
rtalay 15 Mart 2023 13:53

Kiminle sohbet edersek edelim, öyle güzel şeyler anlatıyorlar ki, insan, “Ne dürüst, erdemli ve mükemmel biri.” demekten kendini alamıyor. Oysa gerçek öyle mi? Buna bende dâhilim ve asla kendimi ayırmıyorum. Yalanın bir ucundan hepimiz mutlaka tutuyoruz. Kıymetli Dost; yazına yorum yazmak körler çarşısında ayna satmaya benzer. O yüzden yazından alıntı yaparak; ben hariç, herkes öyle bir güzel yalan söylüyor diyorum. ????

Vedat 14 Mart 2023 22:34

Kalemine sağlık değerli müdürüm

Irfan 14 Mart 2023 21:20

Güzel bir yazı olmuş hocam, tebrikler

SM 14 Mart 2023 15:35

Farlı bir yazı ellerinize sağlık

Yazarın Diğer Yazıları