İlhami BULUT

BAĞ BOZUMU

İlhami BULUT

Hasretin kokusu siner öyküme,

Yılların ardından indim köyüme!

Bir koro misali karış türküme,

İçerden içerden kaynıyor sanki.

                       Böyle demişiz ‘Son Mevsim’ isimli şiirimizin bir yerinde, yıllar sürmedi köyüme inmeyeli gerçi, geçen gün (Ekim 2017) vardığımda farklı bir terennüm yaşadım.

                       Tam da bu mevsimde; telaşla dönen dört tekerli öküz arabaları, niye dört teker dedik, çünkü kağnıyı da gördük o iki tekerdi, bu dört teker öküz arabası dört çeker gibi bir heyecan vermişti.

                      Muhacir arabası derlerdi, Balkanlardan gelen muhacirlerin icadı; rahmetli amcam hep derdi, bu araba olduktan sonra çalışmaya, harman kaldırmaya,  iş görmeye ne var.

                     Benim bahsettiğim altmışlı yıllar, kurgu değil, reel anlatım, Elazığ Pelte köyü’nden söz ediyorum.

                     Hasat mevsimi Eylül’le birlikte başlar, Ekim Ayı’nda özellikle içeri konan hasat işlenir, kullanılır hale getirilirdi.

                     Mesela bu ayda kavurma yapılırdı, iri parlak karpuzları, özellikle merhum amcam bu işi üstlenmişti, merekte samanın üzerinde mahsus yer yapar, orada saklardı.

                    Kavurma kesilince eş dost çağırılır birlikte et yendikten sonra üzerine o karpuzların yenilmesi bir başka lezzetti.

                   Arabalarla sepetler dolusu üzüm taşınır, yol boyunca kime rastlanırsa ona mutlaka üzüm ikram edilirdi.

                   Bir de bu ayda hemen hemen kış boyu yetecek kadar tandır ekmeği yapılırdı, akşamdan kocaman teştlerde hamur hazırlanır, hazavan denen bezin arasına konur saatlerce yoğururlardı.

                  Bir nevi bayram sevinci veriyordu bize o çocuklukta, tandırlıktan eve ekmek selelerde taşınır, yolda rastlananlara mutlaka ekmek ikram edilirdi, ekmekleri genellikle kadınlar taşır, seleyi başının üzerinde götürürlerdi.

                Köyün içinden geçerken, ekmek alacak kadar eğilir geçenlere mutlaka buyur edilir, yardımlaşmanın tohumları ekilerek eve kadar gidilirdi.

                Bulgur çekilir, dink denen yerde Hacı Muhittin Amca işletirdi, bir atı vardı, dikey şekilde duran değirmen taşını çevirirdi o atla bulgur ve döğme yapılırdı.

                Yine bu mevsimde hayvan yemleri hazırlanırdı culbant, fiğ, boy, küşne gibi tahıllar el değirmeninde çekilir merekte çuvallara konurdu.

                 Damlar sıvanırdı, çift sürülürdü ikileme derlerdi galiba.

                 Biz soğuklar çökünceye kadar bir bahçede ağaçların altında ders görürdük ilkokulda.

                Köyde sadece bir tek kişi maaş alırdı o da Ali Karagöz rahmetli köy öğretmeni.

                Sanki üçyüz dörtyüzyıl öncesinden bahsediyorum, oysa elli yıllık bir geçmiş bu, bizim kuşak bu dönüşümü, hızlı gelişimi çok baş döndürücü şekilde yaşadı.

                 Babamız; cizlavet lastik ayakkabı aldığında birkaç gün yatağımızın başında tutardık onu.

              Belki ruhumuz uyumda zaman zaman sıkıntı bile yaşıyor olabilir şimdi, kağnıdan bu günkü teknolojiye, biz ilkokulu bitirene kadar neredeyse hiç telefon görmedik, şimdi malum.

             Çocukluktan kalma anılar anlatıyoruz, toplum değer yargılarını perçinleyen yardımlaşmalardan söz ediyoruz.

             Çok güzel anılarımız oldu, güçlü birliktelikler yaşardık, köy ağasının konforu bizlere göre yüksekti Allah onu öyle yaratmış diye düşünürdük, bize emsal çocukları yoktu, o nedenle bir tenakuz yaşamadık biz.

              Bir yaşam çerçevesi, boyutu anı olarak kaldı sonuçta, şimdi anlıyorum, şunu görüyorum hiçbir zaman okumaya, ilime, bilime canı gönülden sarılmadık.

               Yüz haneli bu köyümüzde liseye giden ilk kuşak biziz, o da çok sınırlı bir sayıda, bizim dönemimizde (yaş 61) ilkokulda beraber okuduğumuz hiçbir kız arkadaşımız maalesef ilkokuldan sonra okumadı, okutulmadı veya okutulamadı.

               Çocukluktan kalma bu bölük pörçük anıların yanına; bunu da koymak; vicdani bir ödev gibi geldi bana.

 

Yazarın Diğer Yazıları