Adnan Üstün

İyiliği Tavsiye Etmek ve Kötülüğe Engel Olmak ('Bana ne ve Sana ne diyemeyiz')

Adnan Üstün

Yaşadığı toplumda, neme lazım demeyip, iyiliğin hakim olması ve kötülüğün engellenmesi için gayret gösterenlerin dünya ve ahirette kurtulacağını Kur’andan öğreniyoruz: “Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık.” (A’raf Suresi 165. Ayet)

İyilik manasını kullandığımız ma‘rûf; sözlükte “bilinen, tanınan, benimsenen şey” mânasına gelir. Münker ise tasvip edilmeyen, yadırganan, sıkıntı duyulan şey” demektir. Emri bil ma’ruf; iyiliği emretmek,  nehyi anil münker ise kötülüklerden sakındırmak anlamında Kur'anın kullandığı bir kavramdır. Allah, mü’minlerin özelliklerinden bahsederken “onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar.”(9/71), “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.” (3/110) buyurmaktadır.

Peki neye göre iyi veya kötü?  İslâm dini; inançta, zihniyette, gelenek ve göreneklerde esaslı değişiklik ve yenilikler yaptığı için özellikle ma‘rûf ve münkerin, iyi ve kötünün tariflerini veren dinî eserlerde “Allah’ın dinine uygunluk” ölçüsü ön plana çıkarılmıştır. Yoksa her kişinin ve toplumun farklı değer yargıları olabilir. Birinde güzel kabul edilen, diğerinde çirkin ve kötü kabul edilebilir. Bu kargaşanın önüne geçmek için asıl olan; bana göre, bize göre olmayıp Allah’a göre neyin iyi ve neyin kötü olduğunun  bilinip kabul edilmesidir.

Zira Ahzab Suresinin 36 ncı ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” Bu ayetten anlaşılmaktadır ki inanan bir kimsenin değer yargılarını Kur’an ve Peygamber Efendimiz belirlemektedir. Bunun dışında, kişiler belirlenen ilkelere uygun olmak şartıyla dilediği tercihte bulunma hakkına sahiptir.

İyinin ve kötünün, güzel ve çirkin işin ne olduğu ortaya çıktıktan sonra, bize düşen görev; iyiliğin hakim kılınması,  günah ve kötülüğün engellenmesi – ortadan kaldırılması için gayret göstermektir. Bu gayret  ve çaba gösterilmediği zaman, toplumda yozlaşma, bozulma ve çürüme hakim olur. Bu sebeple Allah’ın dinine inanan bir kimsenin, sadece kendi iyiliğini düşünüp köşesine çekilmesi kabul edilemeyeceği gibi, neme lazımcı bir tavırla “bana ne, millet ne yaparsa yapsın” demesi de kabul edilemez. 

Abdullah ibni Mes’ud, Peygamber Efendimizin dilinden İsrailoğulları arasında bozulmanın, yozlaşmanın şöyle başladığını bize haber vermektedir: "Adamın biri, (günah işlemekte olan) birisine rastladığında ona: Ey adam, Allah'tan kork ve yaptığın (kötü) işi bırak. Bu sana helâl değildir, derdi. Ertesi gün tekrar o adama aynı haldeyken rastladığında, onun bu durumu, kendisiyle beraber yeyip içmesine ve oturmasına engel olmazdı (beraber oturur, yer, içerlerdi). Onlar böyle yapınca, Allah kalplerini birbirine çaldı-benzetti.”

Sonra Rasulullah (s.a.v.) şu ayetleri okudu: "İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlendiler. Bunun sebebi, isyan etmeleri ve sınırı aşmalarıdır. İşledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötüydü!...”

Bundan sonra da Rasulullah (s.a.v.) şöyle dedi: "Hayır, Allah'a yemin olsun ki sizler mutlaka iyiliği emredecek, kötülükten sakındıracaksınız. Sonra da zalimin elinden tutacak, onu hakka meylettireceksiniz. Ona hakkı zorla kabul ettireceksiniz. Ya da (böyle yapmadığınız takdirde  (Allah) kalplerinizi birbirinizinkine vuracak (benzetecek) sonra da onlara lânet ettiği gibi, size de lanet edecektir." 

Bu ayet ve hadislerden anladığımız odur ki; kendi başımıza iyi olmak veya iyi olmaya çalışmak yetmez. Kendi benliğimizde-nefsimizde başlattığımız iyilik hareketinin dünyaya hakim olması ve her türlü kötülüğün de giderilmesi, engellenmesi için çalışmamız gerekmektedir. O sebeple Allah’u Teala, Peygamberimiz şahsında bütün Müslümanlara “Kalk ve uyar!” (74/2) emrini vermektedir. Yatan iyi olmak yetmez, hayatın içinde aktif iyi olmak lazımdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadisinde de şöyle buyurur: “İçinizden biri bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesi - asgarî gereğidir.” Müslim, Îmân 78 ;Tirmizî, Fiten 11)

Hakkı ve iyiliği nefsinde yaşamaya çalışıp da bunu insanlara öğütleyenler ve kötülüğün karşısında durup vazgeçirenler kurtulacaktır. Bu görevi yapanlara bugün olduğu gibi asırlar önce de karşı çıkanlar, siz işinize bakın, milletle uğraşmayın diyenler olmuştu… “İçlerinden bir topluluk şöyle dedi: «Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?». (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret beyan edelim (bir gerekçemiz olsun), bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz).” (A’raf 164)

Peki bizlerin bir gerekçesi var mı? Hesap gününde  “Allah’ım biz elimizden geleni yaptık.” diyebilecek miyiz? El alem ne der bakmadan, ellerinden geleni yapanların kazandığını ve kurtulduğunu bir sonraki ayet şöyle haber vermektedir: “Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.” (7/165)

İnandığımız değerleri kendi nefsimizde yaşamak, iyi ve güzeli tavsiye edip, kötülüğün ve günahın karşısında durmak hepimizin boynunun borcudur. Aksi halde gözümüz önünde başkasına karşı işlenen kötülüğe ses çıkarmadığımızda, aynı kötülük bir arka sokakta ya bize veya sevdiklerimize karşı yapılacaktır…

İnananlar olarak iki kelimeyi söylemek bize yasaktır: Birincisi yanlışı gördüğümüzde sessiz kalıp “BANA NE” demek, ikincisi ise biz yanlış yapıp da uyarıldığımızda “SANA NE” demektir.
 

Yazarın Diğer Yazıları