Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM

Rıdvan AYDIN

“Heee biziiim n’olmuş!.. E nerden bilisin ki?”

“O evi silme geçip bayır aşağı vurunca, Murat İlkokulu’nun karşısındaki ev de bizim! O evin uzaklardan gel gel eden muavinliği, bizim evi bulmayı kolaylaştırıyor da ondan sordum Hasan ağabey!”

Hep birlikte yürekten, bir daha gülüşmüşlerdi…

“Kısmetsizliğin de bu kadarı olur yani Hasan abi! Hatta bahtı kara kadersizliğin!”

“E niye ki kumandan?..”

“Kaç yıl var ki bizim evin balkonuna, akrobatik bir taktiğin ters uçuşlu dalışlarıyla her pikeleştiğimde, başlangıç noktam meğerse sizin evmiş! Benden yana bahtı karalığınız bu yüzden işte ağabey!..”

“E başka yer mi yoğ ki begim! Fakirin fukarası, garibin gurebası Zarfan’dan ne istisin ha?

Dolu dolu gene gülmüşlerdi.. Akabinde cevap vermişti Serhan;

“Bugün dersimi iyi aldım Hasan abi!.. Bundan böyle değiştirmek şart oldu Harput Kapıları’nın, Elazığ

Ovası’na yamanış paternimi”

“Estağfurullah Gakko!.. Arş-ı İlahi’de kolayına nasıl gelise aha da ele yapasın he mi! Bizce bi gam-kasavet yoğtur artığ!..”

“Bence de yoktu ama bundan böyle hem şehrimde hem köyümde olacak Hasan abi!

“Ağzımdan elece çığtı işte kumandan! Demek köyünde de yapisin heee?”

“Daha beterini köyümün göklerinde de yapıyorum. Dobra dobra sözlerin iyi oldu ağabey!..

Ortamda koyu bir sohbet başlamıştı… Resul ağabey Hacı Bedri Bey’in küçüğü, Hikmet Bey’in büyüğüydü. Suskun bir saygınlığın algılayabilene bir şeyler anlatan duruşuyla kendi halinde bir Elazığ beyefendisiydi. Olunca bir diyeceği, gülümsemeli bir çekingenlikle lafa girerdi. O anlarda yüzüne gene bir gülümseme inmişti. Lafa gireceğinin işaretiydi…

“Bize Jet Üslerinden, azıcığ ğorata (laflamak) ede misin kumandan?”

“Başım üstüne Resul abi” diyerek anlatıya koyuldu Ütğm. Serhan… 

“Olası bir harpte hasım radar örtüsüne yakalanmadan, vurulacak hedeflere eğitim amaçlı yerle bir uçuşlar; Av-Bombardıman pilotlarının neredeyse her gün eğitimini yaptıkları yasal, bazense şeytan dürtme hastalığıydı. Yasal olanına “Profil uçuşu” deniyordu. Yerleşim bölgeleri üzerinde, altı yüz metrenin altında yapılanıysa, Hasan ağabeyin de az önce belirttiği gibi bazı manyağ savaş pilotlarının, ara sıra yaptıkları disiplinsizlikleriydi… O ara Hasan abi “Estağfurullah Kumandan!” demiş, Ütğm. Serhan anlatıya devam etmişti.

“Savaşların günümüz çelik kanatlıları; yağdıracakları ölümü pençelerinde taşıyan nefti kartalları andırırlardı. Yer ve gök diyarın tehdit unsuru hedeflerini, yok etme oburluğuyla hacmi üç tona varabilen mühimmatı, barışı pek sevmeyen insan soyu için gövde ve kanat altlarının, yedi istasyonunda sırtlanmaya hazırlardı. Havada yakıt ikmali yapabildikleri gibi gövde ve kanat içlerine ek olarak; kanat altı tanklarına aldıkları, yaklaşık beş altı tonluk ilave yakıt, aerodinamik anatomilerine uzun menzil sağlardı. Heybelerinde zırhlı hedeflerin imhası için fırlatacakları roketleri… Hava ve kara hedeflerine karşı tetikleyecekleri füzeleri… Silahlı Keşif Harekâtı esnasında, yakaladıkları fırsat hedeflerine taarruz için bağırlarında taşıdıkları, makineli top ve tonajlı bombaların ağırlığıyla değişik varyasyonlara görevlenmiş infaz makinelerinin, kanatlı şeytan türleriydi velhasıl!..” O an elinde askısıyla boşları almaya gelen ocakçıya Hikmet Bey, çayları tazelemesini rica ederken Ütğm Serhan anlatısını kesmedi.

“Ana Jet Üslerinde yaşam; arı kovanlarının aksaksız işleyişi, hizmette sınır tanımayan mesai mefhumsuz yurtseverliklerin reklamsız kutsiyeti, karınca yuvalarının alın terli dünyasıydı. Gözden ırak olmasıyla görülmeyen fedakârlıkların, devlet sırrı kalmasıyla duyulmayan reklamsız kahramanlıkların, kara kutusuydu. Can feda yüreklerin yurt sevdası, vatanın Kuvayi Milliye’siydi Ana Jet Üsleri… Adına savaş denen kanlı organizasyonlara, ev sahipliği yapacak hedef ya da hedefler topluluğunun ölüm karnavalları, hani olursa bir gün dört dörtlük olmalıydı… Saati dakikası geldiğinde, Allah ne verdiyse sırtlanılan mühimmatla yoluna koyuldukları ağır hedeflerde, tarihin içlerine doğru koşturan bombardıman pilotları; bazen kendi cenazelerine gidiyor olurlardı…”

Yzb. Serhan, anılara kurulmuş düşüncelerin, kokpitte uçuşan akışlarına ara verip,  Ege göklerine yeniden döndü. Ne askeri ne siyasi ne bürokrat müdahalelere taviz vermeyen savaş pilotluğu, dünyanın öylesine mert, öylesine tek, öylesine maskesiz bir mesleğiydi ki görev adamlarını iyi bilir, adeta kendi seçer-seçtirtir, sadece liyakati ödüllendirirdi. Şu anların omuz omuza uçtukları değerli görev arkadaşları; diğer birçok komutanları; öğretmenleri ve birçok silah arkadaşları gibi Serhan da Türk Hava Kuvvetlerinin, dillerde dolaşan efsanevi öykülerine yaşadıklarıyla içerik verenlerdendi. Kendisini eğitmiş birçok usta öğretmenler gibi o da artık göklerde birçok öğretmenin öğretmeniydi.

“Kobra 23 kol, yakıt?”

“Normal-normal 6 bin 600”

“Normal-normal 6bin 400!”

“Normal-normal 6 bin 200!”

“Normal-normal 6 bin!”

Elemanların, hiyerarşik bir disiplinle sundukları veriler, Serhan’a rahat bir soluk aldırmıştı. Ne mutlu ki mevcut yakıt miktarı, olası “Hava Muharebesi” için oldukça yeterliydi. İt dalaşsız Üsse dönmek, hele filodan içeri girer girmez, o an göklerde olmayan meslektaşların, muzip şakalarına maruz kalmak, bir ego değil ama hoş değildi... Kol elamanlarının da liderleriyle o an, tamamen duygudaş oldukları kesindi. Savaşların gök arenadaki gladyatörleri, gök kavgaların savunma amaçlılarına devlet edebiyle can koyan yeminlileriydi. Bu yüzdendi ki çıktıkları avlardan, eli boş dönmeleri hiç sevmezlerdi. Aşağılara baktığında Yzb. Serhan, sağ önlerindeki Çanakkale yamaçlarının tarihi Conkbayırı ağırbaşlı kahrını, yurtsever yüreklere tarihi yalnızlığıyla öykülemekteydi… Conkbayırı-Anafartalar; Sakarya-Kocatepe-Dumlupınarlar hiç kahırlanmasın, içlenmesinlerdi…

5 yıl 2 ay 16 gün işgaldeki Anadolu’nun, Şan Şeref ve Namusunu; Atatürk önderliğinin Şehidi, Gazisi, kadınları, kınalı kuzularıyla 30 Ağustos 1922 tarihinde kurtarıp, ay yıldızla taçlandırmış bağımsızlık sevdalı biz gerçek yerli ve millileri; ulusal bayramlarımızı ilelebet; alnımız açık, yüzümüz ak olarak yürekten kutlayacağız! Canlarını vatana kurban, vatanı bizlere armağan etmiş aziz Şehitlerimizi, Gazilerimizi, Rahmete varmışlarımızı şükran, minnet ve saygıyla gönülden anacağız. İnsanlık önderi Atatürk ve silah arkadaşları olmasaydı; 1919’un kadını-erkeği-çocuğuyla Anadolu Halk Hareketi başlamasaydı; Mondros ve Sevr sonrası, dayatılan haritayla hangi nere kimlerin; kim nerenin, hangi din, hangi dil, hangi mezhep, hangi milletten olunacağı bilinmezdi. Oralarda hangi Bayramların nasıl kutlanacakları da ne acı ki elimizde, uhdemizde, dahlimizde olmayacağı kesindi! Mutlak bir gerçektir ki Milli Bayramları olmayanların, dini bayramları da olamazdı. Dünya gezegeninde,  kuruluşunu Milli Bayram olarak kutlamayan ne bir Devlet; ne bir millet; ne de bir Ülke vardı. Doğaldır ki Milli Bayramları kazananlar kutlardı. Yenilenler, kaybedenler, ilkel hasetlerin abes hezeyanlarıyla avunurlardı… Emperyal haramiler; Çanakkale, Sakarya-Dumlupınar’a gömülmüşlerdi ama arkalarında bıraktıkları paralel haramzadeleri, daha bir hıyanet, daha bir sızmacı, daha bir kötülük zehirlilerdi. Eğer öyle olmayaydı, 57 yıllık ömrüne 11 savaş; 24 madalya; 7 nişan; okuduğu 3497, yazdığı 13 kitapla; muasır medeniyete kanatlanmış tam bağımsız bir Ülke bırakan, bir insanlık önderiyle haince dalaşan, bu kadar ihanet nerden gelebilirdi. Atatürk’ün sömürüsüz, savaşsız, barış içinde bir dünya inşasına sarf ettiği ömrüyle köleliğe karşı duruşu; kimsesizlerin kimsesi oluşu; Kur’an’ın emrettiği kutsal hükümlere, gösteriş şekilciliğiyle değil, yürekten sadakati değil de neydi?

Bir dünya lideri ki taşıyla-toprağıyla… Ağacıyla-kuşuyla… Camisi-İmamıyla; Ayasofya’sı-Sultanahmet’iyle; Süleymaniye’si-Fatihiyle vesaire vesairiniyle; 4 yıl 10 ay 23 gün İngiliz, Fransız, İtalyan işgalinde kalmış İstanbul’u, yeniden kurtarmamış mıydı?.. Emperyalist haramilerin yanlarına Yunan’ı-Rus’u, hatta kandırabildikleri Ermeni’yi de alarak, Mondros ve Sevr anlaşmaları ile nerdeyse her karışını parselleyip paylaşmamış; mazlum Anadolu ve Trakya, düşman mezaliminden kan ağlamamış mıydı? Ertuğrul Bey, Osman Bey, Orhan Gazi, Eyyub El Ensari’nin v.s, v.s mezarları işgal altında değiller miydi? Ya işgal hunharlığının, milli kurtarıcı bekleyen Anadolu erenleri?.. Metehan da bizimdi, Sultan Alparslan da… Fatih Sultan Mehmet Han da bizimdi, Gazi Mustafa Kemal Atatürk de…  

Dinden servet, mevki, makam saltanat sürmeler pahasına, iç barışı bozma şeytanlarına; beslendikleri iç ve dış odaklarca milli ve manevi değerleri yıkım ihalesi verilmişti! Büyük önder Gazi Mustafa Kemal “Büyük Taarruz”a başlarken, beraberinde hep hafız olduğunu, gece gündüz sürekli Kur’an tilaveti okutturduğunu, sömürdükleri cehaletin cehil müritlerinden saklayan din çerçilerinin; inançlı Atatürk’ü inançsızmış gibi gösterme iblisliğiydi. Fransa'daki Paris Camii,  Atatürk'ün yardımlarıyla tamamlanmış; Japonya'daki Tokyo Camii  ise bizzat Atatürk tarafından inşa ettirilmişti. Metal koruma içinde hep yanında taşıdığı mini bir Kur’an, Anıtkabir müzesindeydi. Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Kitab-ı Ekmel (Mükemmel Kitap) dediği Kur’an’i inancını; Çankaya Köşkü ve Dolmabahçe Sarayına, gerçek hafızları sık sık çağırıp okuttuğu Kur’an’dan, yüreğinin ibadetsel saygısına dönüştürürdü. Türkçesi çağa uyum olan; gerek çağdaşlaşma gerekse bilim kültür, sanat’ın Tanrı geni olduğunu bilirdi. Evrendeki her varlık, bakıp görebilenler için ilahi yaratıcıdan bir ayetti. Bağnazlığın ticaretinde kalmak, Ortaçağ ilkelliğiydi... Her din, her inanç, her etnik kimlik, yobazlıktan çok çekmişti…

Kadim Arap Dili ve Kültürü, Devletiyle birlikte elbette ki büyük bir medeniyetti. Ama Arabî yobazlığı, hatta Arapça dilini ibadet olarak vaaz edip, dünya nimetlerine kıyam duran abdestli cehalet, yüzyıllardır İslam’ın, ağır kan kaybetme sebebiydi. Normal Arapça diline bile kutsallık atfedilip, dinin gereği olarak satışa sunulacaktı ki Arpça bilmeyenler kolay avlanabilsin, cehalet pazarının dincilik dükkânları müşterisiz kalmasınlardı. Hatta Arapça coğrafyasından, alttan alta destekle beslenişler de ihtimaller arasındaydı. İslam peygamberi döneminde; Kur’an’i İslam’ın envai çeşit cemaatlere; mevkie; makama; ticarete; servete; saltanata; ez cümle holdinglere dönüştüğü görülmüş müydü? İslam’dan dindarlık yerine, kendi çıkarlarına İslamcılık türetenler neyin nesiydi? İslam’ın hakşinas vicdanları; İslam adı altında şaşılası olan biteni gördükçe, yaşadıkça; yürekten inandıkları Tanrı’yla iman ettikleri İslam’ın, onlarınkiyle aynı olup olmadığı hususunda, zaman zaman şüpheye düşmüyor değillerdi!

Ortaçağ enjeksiyonuyla dünyevi çıkarlara uyuşturan din pazarlamacıları; Cahiliye Dönemini bitirmek için âlemlere rahman olarak gönderilmiş İslam Peygamber’ini ve Kur’an’i İslam’ı, oldubitti İslam’la vuran, cehalet enfekteli tetikçilerdi. Dinin gerçek ahlakıyla donanmak varken, enfeksiyonlu cehalet virüs’ünün iltihaplı dincilik ihaneti; Kerbela sonrası Harre olayıyla hortlayıp, Darül Harp” (kâfir memleketi) ilanıyla Mekke’yi, Medine’yi de yakıp yıkmamış mıydı? Üç gün Medine’de insanların canlarına, mallarına kastedilmemiş, kadınlara tecavüz edilmemiş, sonucunda doğan çocuklara da “Evlâdü’l-Harre” (Harre çocukları) denmemiş miydi?.. Oysaki İslam güzel ahlaktı. İlkel duygulardan arınarak, hayatın içinde asil duygularla insanlığı insanlaşmaktı. İçten, yürekten, hilesiz olmaktı. Kılık kıyafet, şekil dinciliği de değildi İslam. Hatta Sultan 2’nci Abdülhamit, İslami giyim olarak kullanılan kara çarşafı, gerek dini örtü gerekse güvenlik tehdidi olarak tamamen yasaklamıştı. Kur’an’i İslam, olası din tüccarlığına karşı, ille de yaratanla yaratılan arasında kalması zorunlu inanç özgürlüğünü, akli iradeyi; “Kâfirun” suresinin 6’ncı Ayetiyle korumaya almıştı.

Ulusal değerlerin, dinsel inançların, etnik çeşitliliğin; temel hak ve özgürlüklerle dokunulmaz kılınarak, illa ki Laik durma mecburiyetleri, insanlığın yaratılışla kazandığı saygın özgürlükleriydi. İtirazı olan varsa cevap; “Kul ya Eyyühel Kâfirun Suresinin, Leküm diniküm veliyedin!” (Senin dinin sana, benimki bana) ayetiydi! Milli ya da manevi değerleri, ırkçı hezeyanları; tek ölçü metre kendileriymiş gibi yarıştırarak, şeytani ticaretlere dökenleri görmek, Kur’an’i mukaddesatın kutsal emriydi! Hangi din, hangi mezhep, hangi ırk, hangi siyasi görüşten olursak olalım, kendimizi yeniden gözden geçirmemiz, yeniden inşa etmemiz artık gerekmiyor mu? Laiklik din ve dünya işlerinin ayrılması, yaratılışla bahşedilmiş Aklın, Vicdanın mutlak özgürlüğüydü! Aklın ve vicdanın köleleştirilmesine, din tüccarlarının din satışlarına engeldi. Laiklik tüm inançlara saygıyla dinin yozlaşmasına engel olmak, kan kaybettiren dincilik ticaretine karşı durma kutsiyetiydi. Bireysel kimlikli özgür iradeyle insanlaşma evrimiydi. Laiklik herkesin kendi inancını özgürce yaşaması; insanlığı, ahlakı yücelten inançlara da saygı duymasıydı. Atatürk Cumhuriyetinin tüm çağları kapsayan bilimsel ilkeleri; Kur’an’i ve Muhammedi İslam’ın da tüm insanlığı asırlar önce, aynı ahlak ilkelerine ısrarla davetiyesi değil de neydi? Laiklik, yanlışa bile kronik baş eğmeler yerine illaki hakkı, doğruyu, adaleti donanmış bir vicdanla sorgulamanın, bilimsel aklını öncellerdi. Aynı kutsiyeti Kur’an’ı Mukaddes; birçok ayetinde olduğu gibi Enfâl Suresi’nin 22’nci ayetiyle de “Şüphesiz, yeryüzünde yürüyen canlıların, Allah katında en kötüsü, akıllarını kullanmayan (gerçeği görmeyen) sağırlar, dilsizlerdir” demez miydi? Vahyi amaçlarına uyarlayanlar, hangi dinin hangi mezhepçileriydi?

Bayramlar milletlerin birlik, beraberlik, bütünlük; Bayramlar devletlerin Adalet kadar temeli, içte ve dışta güçlü itibarın sağlık değerleriydi. Dini inançlar ve etnik kimlikler gibi siyasal iktidarların müdahale alanları olamayacak kadar asillerdi! Ulusal Bayram coşkularının öldürüleme, üstlerinin örtülme, bayraklaşmış şehit kanlarının peçelenme, saygı duruşlu itibarlarının linç edilme suç üstülüğü; dini bayramların korunma güvenliğini, kutsal kalıcılıklarını da zedelerdi. Devletin kuruluşunu, kurucu büyüklerini, kuşak kuşak geleceğini, siyasal ya da dinsel çıkarlara harcama alerjisi; Mehmetçiğe; Bayrağın rengi Şehitlere, Gazilere; bilerek veya bilmeyerek ihanetin, ya dış güçlerden kaynaklanması, ya da direk dış güç olunması değil de peki neydi?

Madem dünyada sınırlar var, devletlerin kimliğidir milli bayramlar. Dinlerse yaratanla yaratılan arasında kutsallar! Gerek yaratanla yaratılan Araf’ının kutsallığına gerekse milletle milli bayramlar arasına sızmalar, çıkar tüccarıdırlar…

Dayatılmış zorbalıklarla elimizden tamamen alınmışlarımızı; ölüm yağan cephelerde bize yeniden kazandıranlar, tekmili Cennetmekân, tekmili nurlar içinde yatsınlar! Milletçe bayraklaşmış varlığımızın, bağımsızlığımızın, Cumhuriyetimizin, İnanç özgürlüğümüzün Büyük Önderi, Ebedi Başkomutanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ümüzü ve tüm Silah Arkadaşlarını, şehit ve gazilerimizi rahmet, minnet ve şükranla ilelebet anacağız. Dünya dualarımız, hakkaniyet vicdanımız, insaniyet pusulamız; umulur ki aklımızdan çıkmasın! Yurtsever yüreklerde Şehidân (Şehitler) Diyarı’nın, tüm Dini ve Milli Bayramları, dünya durdukça mutlu, kutlu, payidar kalsın!..

Not: Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

Yazarın Diğer Yazıları