Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM

Rıdvan AYDIN

İçtenlikliydi Ali Usta. Tunceli Ovacık kökenliydi. Ütğm. Serhan’la sarıştılar. Dostlukları özlem istiflemişti. Hasan ağabeyin serzeniş öyküsünü dinleyince, O da kahkahalarla güldü. Pulların havada uçuşurken zarların yerlerde kaçıştığı, iddialı tavla bir yana bırakılıp, kürsü muhabbetine geçildi. O anda Sanayinin emektar ocakçısı, çay askısıyla içeri girdi. Kontrolünde oldukları Çanakkale Radarı, Yzb. Serhan’ın geçmişten esintiler galerisine kepenk indirdi.

Kobra 23 Yuva!

“Devam?”

“Radyo kontrol?”

“Beş net!” (çok iyi)

“Yuva Kobra 23, bir hareket mi var?”

“Negatif!” (hayır)

……

“Beklemedeyiz!”

……

“Ekrandan takipteyiz!”

Radar’ın, gözetimindeki operasyon timiyle durup dururken yoklama yapması, birazdan oraların hareketleneceğinin işareti gibiydi ama Yzb. Serhan, o an oralarda değildi. Ne vakit Adalar Bölgesi’nden aşağıları seyre koyulsa, Hava Harp Okulu’nun öğrencilik yıllarında bulurdu kendini. Genelkurmay Başkanlığının, bilimsel arşiv belgelerinden öğretilen gerçek bilgiler ışığında, Adalar’la adeta yaren olur, özgeçmişleriyle dertleşirdi. O an gökler yarılır, yer yuvar bulutlanırdı. Tarihi raflarından kokpite inen dünya dokunmaya başlardı. Bilim üretemez bir bağnazlığın, geleceklere uyuşturan burgacında, dış güçler kucağına düşürülmüş Osmanlı’nın, olmayası hüsranına dalardı. Sebep sonuç tablolarını doğru okumamaya marazlı akıl; cehaletle kafadar, çağdaşlığa kindar, mihrabı çıkar olan akıldı. Öylesine uyuşmuş bir akıl ki Osmanlı’yı yıkan fay hatlarının, cehaletten patladığına ya Fransız ya İngiliz ya da Amerikan kalırdı.  

Küresel ve yöresel çıkar avcılarının, yüzyıllardır ya siyasal dincilik ya da yerli ve millicilik enjekte eyleyerek, bazen mezhep bazen etnik ayrıştırışlarla sömürdükleri kara cehalet; barışa, huzura, refaha hasret coğrafyaların; karmaşası, savaşları, kanamalı yaraları dinmeyen müzmin hastalığıydı. Kadının toplumdaki yerine Ortaçağ’dan bakan oraların, tarihin hangi sayfasında oldukları, gezegenin neresinde kaldıkları, algılayıp görebilenler için ibretle aşikârdı. Keşke cehalet bilseydi ki toplumların çağdaş uygarlık haritasında itibarlı anılışları ya da Ortaçağ ilkelinde itibarsız kalışları; doğurup format attıklarıyla milletleri inşa eden Kadın ve Öğretmenlerin, öncül seviyeleri kadardı. Gücünü evrensel hukuktan alarak, yurttaşıyla birlikte muasır medeniyete serpilmiş ülkelerin; kadınını cehalete kurban vermemiş diyarlar oldukları, apaçık ispatlanmış bilimsel bir kanıttı. Ayrıca inanç özgürlüğünü, yaratanla yaratılan arasında bırakarak, dinle devlet işlerini ayırmış haritaların, bilimsellikte zirve yaptıklarını görüp algılayamamak, IQ aralığının cehaletteki karanlığı, gezegendeki iflah olmaz perişanlığıydı…

Bir devletin ille de adalet sistemine iktidar bulaştırıp, milli ve manevi değerleri siyasete, kadını Ortaçağ’a kurban eylediniz mi dış güçlerin varlığına gerek mi kalırdı? Hele bir de bulunduğunuz coğrafyayı, evrensel hukukun çağdaş demokrasisi yerine, merdiven altlarının çağ dışı teokrasisine (dincilik) bularsanız, “Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber!”lerle kalkınıyor sandığınız ekonomisi, küresel tarumarlığına, tarihi enkazına yıkılırdı!.. Oralarda sırtlarından saltanatlar sürülüp, servetler edinilen yurttaşlara da “El Hükmilillah” lı (Hüküm Allah’tandır) avuçlar açıp, “El Fatiha” okumak kalırdı!..

“Kobra 23 kol, radyo?”

“İki!”

“Üç!”

“Dört!”

…...

“Bir!..”

Radar’ın kendileriyle yaptığı telsiz kontrolünü, Yzb. Serhan da Kobra kolla yaptı. Guglielmo Marconi’nin keşfini 1894; tanıtımını 1896 yılında yaptığı elektromanyetik iletişimin, göklerdeki aletlerinde sorun yoktu. Taktik kol düzeninde elemanlar, sükûnete şarj oluyor, olası ki birazdan koyulacakları “Hava Muharebesine” doluyorlardı. Yzb. Serhan, koca Osmanlı’nın cehalete kararmış yollarına, işgal yemiş yıllarına yeniden gönül koydu!..

Cehaletin prim yapıp ödüllendirildiği coğrafyalarda; ekonomik, sosyal, siyasal, hatta doğal her

afetin, siyasetzedeler mezarlığıydı masumiyetiniz. Evrensel bileşenler bütününde devasa bir hayatın, dünya adlı minnacık virgülüyüz. Er geç intikam alır, doğayı katletmemiz. Siyasi yağmasına kurumlaşmış, önlemsizlik talanına yakalanmış diyarlarda, kimsesiz halk olarak ağır bedeller yüküydü ömrünüz. Teknolojik katma değer üreten bir ekonominin, bereketli ihracatında, tüm yurttaşlar birlikte huzura refaha kalkınmak varken, küresel ağalarına ırgat bir tüketim ekonomisinin; yandaş azınlıklar abat eden ithalatına mahkûm edilirdiniz. Haliyle oraların kuru vaatler seremonisi, içi kof gaz vermeler komedisi, güdümlü flash haberler izleyicisiydiniz. Oralarda kupon umut satışlarının, katmerli yalanların, montaj montaj şişirilmiş rakamların, siyaset bombalayan radyasyonlu iklimlerindeydiniz. Tekrar tekrar reklamlar kuşağıyla 7/24 avutulup, uyutulma seanslarıydı kaderiniz. Öylesi bir yazgı ki küresel güç güdümüyle piyon uyuşturulma, bireysel ve toplumsal güvenirliğin sıfırlanma işlemlerindeydiniz. Bir öylece psikososyal bunalımlı başı eğik, biatçi yandaş havzalar üretiminin, sinsi mimarlığıydı bilimsiz siyaset mühendisliğiniz…

Hastalıklı kara cehaletinin, karayılan zehrini kafalara, kara kara yalanlarla zerk ederken, müptezel Dava’sını milliymiş gibi göstererek, milyonlarca ölüme ferman eylemiş Hitler, kendiliğinden mi Hitler olmuştu? Okumasızlığa hayran, bilimsizliğe kurban cehalet coğrafyalarının, politik kudretliye av olmaya müsait fanileri, cellâdına âşık dünyalarında; Stalin’in tavuğu sendromuyla partizan örgütlerle şakşaklaşmayı, devletten yana olmak sanırlardı. Kurdun elinde kuzu olduklarını okuyamayışlar yüzdendi ki hormonlu niteliklerin; vitamini partizanlık hurafelerin; Hitler kromozomu hilelerin ebatları, oralarda büyütüldükçe büyütülür, neticede fareler dağ doğurur, şapkalardan civciv çıkar, kediler aslan yemeye başlarlardı! Hitler gibi tarihi canileri, insanlığa bela eylemiş şakşakçılar solosu ve korosu, zift karası cehalet seralarında felaket emzirmemişler miydi? Üstelik Osmanlı’yı yıkan zihniyet de “Padişahım çok yaşa!” cehaletinin; eskide eskiciliğe, tekrarda gericiliğe, teatral komediler üretimiyle yeniye hor bakışın, çağdaşlaşmaya düşman Ortaçağ sarmalları değil de neydi?

Neyse ki oraların olanları okuyan, “İkra” ile “aklederek” vicdanını cüzdanına koymayan, cehaletten arınmış gerçek dindar, hakiki yurtseverleri de vardı. Uçurulan atmasyon balonlara, şişirilme destanlara, naylondan kurusıkı şovlara itibarları; gerek inançlarına gerekse ülkelerine ihanet sayarlardı… Mutfaklarının yangınsız varanına, ceplerinin yamasız ebadına, yaşam standardının talansız akışına bakarlardı. Zira “Tilki vaaz vermeye başladığında, gözünüz tavuklarda olsun!”diyen, Alman atasözünü nasıl unutsunlardı? “Cambaza bak cambaza” oyunları, hep oralar gündemi, hep oralar hayatında oldukça!..

O gerçek dindar ve yurtseverler ki hiçbir siyasi partinin yakınlıkduyarı asla olmazlardı. Sadece hakka, hukuka taraf yüce merhametin, adaletli onurlarıydı. Yaratanla yaratılan arasına sızılmayan tüm inançlara… Terör barındırmayan bütün ırklara… “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”la dalgalanan tekmil bayraklara… Toplumların yaşam ve giyim tarzlarının, siyasete simgeleşmemiş rafine saflığına… Ayarı insan olan her insana saygılılardı.

Oralara yolsuzluk, hırsızlık, hukuksuzluk çoğaltan “Siyasi Partiler ve Seçme Seçilme Yasaları”nın ettikleriyle, kötünün içinden ancak ehven-i şer olana, sadece yurttaşlık görevleri gereği oy kullanırlardı. Duygusal zekâyla mantıksal zekâyı vicdan coğrafyalarında harmanlayarak aldıkları çıktının, tek bilimsel doğru olduğuna inançlılardı. Olmuşların kavgacı tarafında değil, sorgulayıcı tarafında kalmak; egzamasız vicdanların olanları yansızlıkla irdeleme duyarlılığı, faziletli gönül insanlığıydı. Milli ve manevi değerlerin dokunulmaz kutsiyetine dükkân açan, maddiyat tüccarlarına itibar edilmeleri; kutsal inançlara hainlik, insanlığa kötülük addederlerdi. Dilsiz şeytan olmayış sadakatiyle sadece gerçekleri dile getirmeleri; siyaseti halka hizmet için değil de mevki, makam, servet için yapanlarca asla sevilmezlerdi. Vicdanlarına partizanlık bulaşmamış, hukuk abidesi savcı ve yargıçlar da… Doğru haber sunma kutsallığından taviz vermeyen, sadece halk yandaşı, yalnızca dürüstlüğün kandaşı ve yoldaşı basın mensupları da… Çıkara yağdanlık olmayan gerçek sanatçılar, mürekkebi vicdan olan yazar-çizerler de… Şiiristan diyarının fırtınalı iklimlerinde; kalabalık yalnızlıkların, yalnızlığa şiir düşen yalnızları şairler de bu gruba dâhillerdi…

Yzb. Serhan, gerçeklerin acılı dertlenişlerini, şimdilik Ege göklerinin gönüllerde sevdalaşan mavisine terk eyledi. Büyük Önder Ebedi Başkomutan, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gözbebeği… Birçok uygarlığa kucak açmış kültürüyle asil Cumhuriyetin çağdaş projesi Elâzığ’ın, anılaşmış mekânlarına yeniden adreslendi… Hasan Ustaya az önce sorduğu soruyu yineledi…

“Eviniz şehrin neresinde demiştim Hasan abi?”

“Zarfan’da!..”

“Yoksa!... Yoksa o iki katlı, çatısı kırmızı kiremitli ev sizin mi ağabey?..

Dünya dualarımız, insanlık pusulamız, adalet vicdanımız, MİLLİ ZAFER HAFTAMIZ  kutlu olsun!..

Not: Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

Yazarın Diğer Yazıları