Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM

Rıdvan AYDIN

Ana Jet Üslerindeki koşuşturmalı dünyanın merak uyandıran ayrıcalığı, kürsü muhabbetinin anlatıcısına odaklanmış yüz ifadelerinde uç vermişti. Elazığ Oto Sanayi Sitesi’nin kıdemli ocakçısı, servise başladığı yeni çaylarla birlikte, sohbete mola da getirmişti. Muhabbet arasının sessizliğinde Serhan, her zaman hesaba oturduğu vicdanını, aklın laboratuar çıktısına empatiyle katmayı tez elden ihmal etmedi. Çayından bir yudum aldı. Azcık gerindi… Hakkaniyetin duyarlı sesi iç dünyasında Elezberce gezindi…

Çatı boyu geçişlerin serzenişinde nasıl da haklıydı Hasan abi!.. Zira gerek kendi gerekse nişanlısının evleri, Zarfan’a komşu Yeni Mahalle’deydi. Tevfikiye Camii’nin iki sokak üstlerine Doğudan yaklaşsa, İzzetpaşa Camii’nin yüksek minareleri… Batıda Hasan Dağı; Güneyde Meryem Dağı; Jet hızıyla yaklaşmaların, çatı boyu alçalmalarına geç bırakan engebelerdi. Gökten hasret gidermeye müsaade eden tek coğrafi Cennetlik, Elazığ Doğusu’nun Hasret Dağ’ıydı. Kuzeye bükünerek Harput platosunu oluşturmuş; Batı bitimine de yörenin Zarfan Tepesi’ni, sanki Ütğm. Serhan için koymuştu. O tepe dibinin Murat İlkokulu’na yakın iki balkonunu, uzaklardan görebilmeye adeta rehberlik eden Zarfan Köyü’nü, ezbere biliyordu. Oralardan bir silme geçer-geçmez, altındaki metal azmanı ters pikeyle yerküreye doğru çekiyordu. Jet hızıyla yaklaşan baba evinin çatı seviyesine ulaşır-ulaşmaz da koca aygırı ters pikeden çıkartırken, sola bir yatışla tırmanışa geçiriyordu. Göklerin yankılı gümbürtüsüyle oğlunun geldiğini, ancak ikinci geçişte duyup balkona çıkabilen Ana’sını, arkasındaki evin balkonunda Nişanlısını; dalışların ancak öylesi bir akrobatikliğiyle görebiliyordu. Yakın aşağılardan kendisine el sallanırken, tüm akrobasileri, Elazığ ovasının o en dip göklerine peş peşe sıralar dururdu…

“Kobra 23, Yuva?”

Arayan kontrolünde oldukları Çanakkale Radarıydı.

“Devam?”

“Hareketlenmeler var ama net değil!”

“Zaten ne zaman net oldu ki Komşu? Hep sisli, hep kaprisli!”

“Ama birazdan bir şeyler olacak gibi…”

“Olacağı hasretle bekliyoruz…”

Aslında söylenmesi gerekenlere doluydu ama telsiz disiplininde kötü örnek olmak istemedi. Harlanmış duygularını, aklından geçenlerle soğutmayı yeğledi. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin uluslararası hukukta da İlahi Adalette de Ege ve Akdeniz’deki haklılığı, tartışmasız yerden göğeydi. Ama bazen devran öyle bir devrandı ki ancak cehaleti kandırabilen saltanat şeytanları, sanki millet menfaatiymiş gibi kendi bireysel davalarını, hamaset şovlarıyla süsler ambalajlar, milli bir davaymış gibi gösterirlerdi. Bu olgu, hem içte hem dışta devletleri bilimsel siyaset politikalarıyla yönetmeyen güdümlü hükümetlerin, gökte pilotlarını yerde ordularını, dünyanın bir yerlerinde dalaşa salma hinlikleriydi. Devletle-yurttaş, hatta yaratanla-yaratılan arasına üşüşerek kendilerine rol biçen şeytanlıklar, zaman içinde ülkeleri ölüm döşeğine getirirlerdi. Milletleri dolduruşa kurgular, okumasızlıktan zaten perişan milli cehaleti, köpürtme hamasetle biletir, birbirlerine kırdırmaları ahlak edinirlerdi. Çünkü dünyayı kontrol altında tutan küresel ilahlar öyle ferman eyler, öyle sipariş verirlerdi… Ellerinde pazarlayacak biyolojik silahları, depolarında birikmiş kimyasal mühimmatları; stoklarında tüketim tarihleri bayata dayanmış ilaçları vardı. Aslında insanlıkla donanmış dünya halkalarının, birbirleriyle alıp veremedikleri pek olmazdı. Saltanatlar uğruna gerek milletler gerekse halklar arası savaş kasırgaları; küresel sermayeler güdümündeki, siyasal taşeronlarla kopartılırdı. Partizanlığa iman eyleyip, içte kutuplaştırma; her alanda yalan siyasetini kurumlaştırıp, yolsuzlukları meşrulaştırma; devleti itibarsızlaştırıp dışta yalnızlaştırma diplomasilerinin acı faturaları; masum halka kesilir, kirli savaşların kanlı bedelleri, işsiz güçsüz bırakılmış temiz vatan evlatlarına yüklenirdi. Dünya savaşlarının ahlakı da öyle değil miydi? Doyumsuz komşu Yunanistan, küresel dolduruşlarla “Küçük Asya” dediği Anadolu’yu işgale kalkışarak, ta Ankara önlerine dek gelmemiş miydi? Geçmişin birçok kavşaklarında harami dolduruşların kanlı acılarını, hem halkına hem komşusuna defalarca yaşatıp durmuşluğu, bilimsel belgelere dayalı tarihin karartılamaz gerçeğiydi?

Yalanı doğruya maskeleyip, düzenbazca pazarlayan diyarların haramileri; İnsanlığı Ortaçağ kuşatması karartmalara kanırtır; asilzade liyakati, kirli oylar aşkına cehalete kırdırtırlardı. Oysaki gerek tüm inançların gerekse insanlığa hizmeti esas alan şerefli politikaların, ahlaktır, adalettir, vicdandır asaleti. Gerçek nereden geliyorsa, doğru nereye varıyorsa, hak hukuk neredeyse; din, dil, ırk gözetmeksizin oraların kutsal değerleriydi. Gözlerini görmemeye, kulaklarını duymamaya, almaçlarını doğru algılamaya köreltenler, bilinmez ki neyle kafa yapıyorlardı. Gerçekler boyutunda yaşamayan öylesi beyinleri, insanlığın selameti için bilim insanları, olası ki yakında elektronik incelemeye alacaklardı. Verileri manipüle etmeye haramileşenler, keşke görebilselerdi ki hem bilimsel hem edebiyat tarihi, ilahi adaletin yeryüzündeki temsilcileri gibiydi. Siyaset bulaşmamış dinler kadar kutsallığın, evrensel hukuk kadar yüceliğin en adil yargıçlarıydı. Güçlüye göre kayıt tutmazlardı. Bilgi ve belgelere dayalı kadim sayfalarında, haksız olanın kazandığına asla rastlanmazdı.

Silahı, mühimmatı, ilacı yarıştırma tüccarları; hukukun, adaletin, liyakatin olmadığı coğrafyalara çadır kurar, kirli savaşlar gibi kanlı terör cehennemini de oralarda hortlatırlardı. Fakir fukara kanıyla beslenen Terör Canavarından oralarda siyaset devşirenler, bilimsel önlemlerle terör bataklığını kurutmak yerine, teröristle vuruşmayı terörle mücadele zannederlerdi. Bilimsel bir gerçekti ki habis terör batağının neden, niçin, nasıl kendi ülkelerinde oluştuğunu düşünemeyen akıl, asla terörle değil ancak teröristle mücadeleye girişirdi. Ölü sayıcılığıyla geçen olanca yılların enerjisi; sosyal, ekonomik, toplumsal yaralar açar, depresan siyasetin ettikleriyle oralarda gelecekler çürütülür dururdu. Oraların haktan hukuktan adaletten yana her yurtseverini, terörle suçlama siyaseti; bilerek veya bilmeyerek terörü sıradanlaştırma cehaleti, ya da terör besiciliği olmaz mıydı?

Bilimsiz siyaset Ortaçağ geniydi. Yenilen iri hurmalar, çıkarcılık geverini besleyen akut partizanlıklar; devletçi geçinmelerin uyutucu lafı güzaflarına, yandaş kameralar önündeki dilbaz üfürmelerin, ahlak derslerine perdelenirdi. Oysaki vatandaşın gelir seviyesi, huzuru, güveni; ilgili ülkelerin dünya düzündeki boy resmiydi. Her gerçek er ya da geç gün ışığına çıkar, her maske er geç düşerdi. Yalanın kurumlaştığı diyarlarda devletçi geçinmeler, siyasi cehaletin kötü emellerine devleti malzeme etme tilkiliğiydi. Hırsızlığa, yolsuzluğa, hukuksuzluğa karşı duran yurtsever yurttaşların, türlü türlü ithamlarla damgalanmaya kalkışıldığı yerler, damgalama şeytanlığının tam da saklandığı yerdi. Osmanlı devlet adamı, diplomat, şair, büyük kütüphaneci Koca Ragıp Paşa’ya atfedilen; “Merdi Kıpti Şecaat (yiğitlik) arz ederken, sirkatin (hırsızlık) söyler” misaliydi.

30 Ekim 1918 Mondros mütarekesinden hemen sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul işgal edilmişti. 5 Mayıs 1919 tarihinde ise sömürgeciler, bu kez Paris’te toplanmışlardı. İsmi kendine hiç de uymayan sözde “Paris Barış Konferansı” Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış mazlum ülkelerin, mafyamsı paylaşım masasıydı. Kararlarında geç kalmamış, 12 Mayıs günü bu kez İzmir'in Yunanlılara verildiğini açıklamışlardı. Barış Konferansı’na otuz iki devlet katılmıştıysa da kararlara egemen olan; İngiltere, ABD, Fransa, İtalya ve Japonya’ydı. Konferans’ın akabinde Agamemnon ile aynı geni taşıyan Patris ve Atronitos isimli savaş gemileri, yağmacı yüklerini Midilli limanından almaya başlıyorlardı. Yunan Efzon Dağ Tugay’ının, özel seçilmiş bir alayıyla gece saat iki’de, İzmir’e hareket ediyorlardı. Aynı günün sabah sekiz sularıydı… İngiliz, Amerikan ve Fransız savaş gemilerinin koruması altında, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e giriyorlardı.

Avni Muhyiddin ve Hasan Tahsin (Osman Nevres) Beylerin Hukuk-u Beşer (İnsan Hakları)  gazetesi, yurtsever yüreklerin sesiydi. Yurdun harama, yalana, yanlışa yandaşlaşmamış, dürüstlük abidesi yerel bir gazetesiydi. Sömürgecilere, zalimlere, despotlara karşı, insanlığın saygın mücadelesini onurla sahiplenmişti… Bir milleti yeniden ayağa kaldıracak öylesine soylu bir gazete ve emekçileri, gerçek yurtseverliğin meşale yürekleri olarak anılmayı, tarihin içtenliğiyle hak etmişlerdi. Anıtsal koca yürek Hasan Tahsin Bey emperyalizme karşı, dünyada ilk kez zafere ulaşacak şanlı Kurtuluş Savaşı’nın ilk kurşunu, ilk kıvılcımı, ay-yıldızlı kutsiyetin milli haysiyet öncüsüydü. İlk günün hunharca katledilen yurtsever dört yüz yiğidinden ilki olurken, otuzlu yaşlarında süngü yaralarıyla Konak Meydanı’nda şehit düşmüştü. Sonraki yılların emperyalizm projesi kanlı terör hainleri, kahraman polis Fethi Sekin’i de yurtsever yüreğinde, kurşun yaralarıyla aynı meydan’da şehit etmeyecekler miydi? Hasan ağabeyin seslenişiyle Serhan, aklından geçenlere ara verdi…                                                             

 “Bağ Kumandan, sahan bi şey daha diyecem! Biz halkın deyimiyle “Askerine düşman olan, düşmanına asker olur!” O sebepten az önce ettigim lafların bi hökmü yoğtur! İstisen Mezre’nin göklerine her gün gelesin! Dügüne paran yoğsa, müsaadenle sahan para da verek!.. He mi kurban, ne deyisin?” Görünen oydu ki Anadolu’nun birçokları gibi Hasan Usta’nın da yüreği dostluklara, cebi cömertliğe bereketliydi. Belli ki o da ekmeği yenir, suyu içilir babacan Gakko’lardan biriydi...

“Sağ olun Hasan Abe! Allah var etsin! Afiyetle, sağlıkla, ömrünüze bereket! Siyasi büyüklerimiz sağ olsunlar! Her ay başının it dalaşlarını, taksitlerle yapsak da kendi yağımızda kavruluyoruz işte!.. Gerçi maaş verilmese dahi Yüce Rabbimiz şahittir ki, sevdasıyla ölümlere gidip geldiğimiz yurdumuz tek sevdamız. Andımız, can fedamız… Elbet bir gün biz milletin başta emeklileri; çağdaş öğretmenleri; Cumhuriyetin siyaset bulaşmamış savcı ve hakimleri; yüreğiyle çalışan sağlık emekçileri; Alın terli dürüst basın şövalyeleri,  liyakati torpille oluşmamış güvenlik görevlileri ve Silahlı Kuvvetleri; gelişmiş ülkeler benzeri maaşlar alırız!.. Seçip seçip Başkente yolladığımız vekillerimiz, umulur ki kendileri kadar, yoksulluk sınırında ikamet eden; işsiz, güçsüz, sahipsiz yurttaşları da düşünüyorlardır!.. Biz milletten oy alma sonrası, bizi temsil edenler eminiz ki ömürlük kanı sıcak çıkarlar sevdasına, parti liderlerinin el kaldırıp indirme robotları olarak orada değillerdir! “Değil mi ağabeyler?” dediğinde, cevapsız kalmıştı Ütğm. Serhan!.

O esnada eli yüzü motor yağlı bir çağa (çocuk) kapıdan, “Usta bi müşteri tükende seni bekli haa!” demesiyle Ali Usta müsaade istemişti.

“Akşam yemeği için kimselere söz verme kumandan, buradaki ağabeylerle birlikte, Harput çınar altına davetlimsiniz!” demiş, gitmişti…

Dünya dualarımız, hakkaniyet vicdanımız, insaniyet pusulamız; umulur ki aklımızdan çıkmasın! Türkiye Cumhuriyetinin bizi biz yapan Milli ve Dini Bayramları sonsuza dek huzurla, mutlulukla, birlik beraberlikle kalsın! Her karışı şehit kanı Anadolu’nun, 30 Ağustosları gibi İzmir’in de 9 Eylüllerine açan özgürlük çiçekleri ilelebet solmasın!

Not: Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

 

Yazarın Diğer Yazıları