Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM               

Rıdvan AYDIN

Ne çok yıldızı vardı Kuzova göklerinin! Gülüşleri daha mı bir şen şakrak, daha mı bir kahkaha doluydu o iklimlerin! Sanki ay o vakitler çok daha mı bir cömertti, keyfinde âleminde daha mı bereket bereketti? Parıltılı kucağıyla yer yuvar’a daha mı bir sevda yüklü daha mı bir verimkâr, gönüldendi! Göğün gümüş sinisi mehtabına buyur ettiği yaz akşamlarını, seyrani (gezen) yalnızlığına ağırlarken, aşağı bahçelerden bir baykuşun, bilinmez ki kiminle derdi neydi! Kim ne etti, neler oldu o devranın rüzgârı dağdan inen, yaban parfümlü gecelerine! Ya da yalnızlık besteleyen Ağustos böceklerine?.. Seher yeli nasıl da ağır aksak yürürdü söğüt yapraklarında… O ninnisel hışırtısı senfonik sevdasıyla günün şafağına düştüğü vakitler hele (!) yoluna koyulunca yaban ıssızlığının, muhabbet fısıltıları helal ekmek kavgalarına nasıl da karışırdı!

O vakitler para her şey değildi. Her bir yanda insanlık, iyilik güzellikti. Mavi yazma, beyaz tülbent kadınlar, düğünleri sivinglerden izlerdi. Gönüllerden toz kaldırır, kanatlanır halaylar! Bahçelerde bağlarda, harmanlarda dillenirdi elezberler, hoyratlar. Meğerse çocukluk ülkesinin ne büyülü tılsımı, ne özden iklimiymiş günbegün özlenilen, hasretle özenilen. Ne rengârenk rüyalar diyarıymış, yaş aldıkça cazibesi alttan alan gençliğin, heyheyliği kalımsızca yenilen… Vefasız zamana bulaşan her şey, hayat denen bir bitimin nasıl da zorunlu yolcu oluyordu? Peki, o özgürlüğün ağır abisi, kara kartalına ne oldu acaba köylerinin! Her keşfe çıktığında göğün yükseklerine, hani o ağır ağır kendini kuran! Oralardan dingin dingin seyreylerken âlemi, “Bir varmış bir yokmuş”’la Divan-ı İlahi’yi sanki tavaf’a duran. Kıblesine gönüldaş her varlığın, döner dururluğuyla Hakk’ın birliğine tanıklık eyler gibi!.. Ney’le Naat-ı Şerifte (İbadetsel övgü) pişen, tennureli (Mevlevi elbisesi) semazen gibi!..

İkliminin gaddar kışlarını da yoklukların zulmü kadar bağrına iyi ağırlayabilen yıllardı o yıllar. Yukarıçakmak köyünün yöredeki tek otobüsü, 8–10 köyün yolcusunu, şafakla beraber götürdüğü şehirden, ikindi vakitleri alır dönerdi. Nurlar içinde yatsın, Sadık ve Fikri Ağaoğlu amcalar da henüz rahmete varmamışlardı. Sahibi oldukları burunlu kırmızı otobüsle okul çıkışları, Poyraz köyünün üst tarafında, Serhan’larla yolları çakışırdı. Alacak yerleri kalmadığından, ilkokullu otostopçularını çoğunlukla görmezden gelen o kırmızı otobüsün ağaları, henüz doğmamış öz yeğenleri Ülkü hanım’ın; komşu köyün o kara kuru çocuğu R. Serhan’la evleneceğini, keşke o günden bilseler miydi? Zaten kader, kaç kere kaçın kaç ettiğini, bize söylemeyen “keşkeler” yüklü hayıflanmalara gizlenmiş, kaçışsız bir kaçınılmazlık değil miydi? İki köyü birbirine bağlayan şose yoldan, taydaşlarıyla birlikte günde 10km, üç yıl gidip geldiği İlkokulu bitirdiğinde Serhan, bulutlar diyarının çocukluk hayallerini dekore eden mesleği, yüreğinin sönmeyecek bir ateşi oluvermiş çıkmıştı. Bilinçaltına yuvalanmış pilot olma yazgısı, meğerse yüksek damın yaz gecelerinden seyreylediği akıl almaz o gök âlemin, anlayabilenine çok şeyler anlatan, devingen tuvaline gizliydi. Hele bir de o günlerde pervaneli küçük bir askeri uçak, ortasından şose geçen Poyraz’ın, hemen dibine inmesin mi? Eğitim ordusunun milletlere, hatta insanlığa gelecekler inşa edip ufuklar çizen, alın terli saygın neferlerinden Cip’li Mehmet Ekinci öğretmen, dersi hemen yarıda kesmişti. Serhan’ın da içlerinde bulunduğu tüm öğrencilerini şefkat yüklü yüreğiyle toparlayıp, hayatlarında ilk kez görecekleri bir uçağı seyre götürmüştü. Konuşmaya ilk başladığı yıllarda Anasının, “Ne olacaksın yavrum?” sorusuyla her karşılaştığında Serhan; göklerin o delişmen mesleği için çocuk dilinin döndüğünce “Paylıt olacağım!” derdi. Ekmeğiyle suyuyla havasıyla büyüdüğü, tablosal harikalar sergisi köyünün tarlalarından; Atatürksüz yetim ve yoksul kalmış ezgin milletin parasıyla gök atlasa vardığında gördü ki, çocukluk günlerinin Türkçesiyle adlandırmaya çalıştığı o sözcük, meğer şu gök diyar mesleğinin İngilizce söylenişiymiş.

Bakışları gök yükseklerden Limni Ada’sına tekrar takıldığında Yzb. Serhan, Hava Harp Okulu yıllarına yeniden döndü... Amfide dersteydiler. Teneffüs zilinin çalmasına uzun bir süre vardı. Yetkin anlatısıyla Siyasi Tarih biliminin akıllarda soru bırakmayan öğretmenlerinden Yzb. Rıfat Uçarol, yine kartallı kürsüdeydi. Genelkurmay Başkanlığı Harp Dairesi arşivlerinin, hakiki belge ve kayıtlarıyla Osmanlı tarihini anlatmaya devam ediyordu. Trablusgarp Savaşı’nda İtalya, tarihin teknolojik, siyasi ve askeri birçok ilklerini denerken, bir ilke daha imza atıyordu. Elektrik mühendisi Guglielmo Marconi İtalyan Mühendisler Birliğiyle deneyler yapmak için Trablusgarp’a geliyordu. Bu bilim insanı, elektro-manyetik ışınların varlığını kanıtlayan Alman fizikçi Heinrich Rudolf Hertz'den yararlanarak, ilk telsiz bağlantısını 1896 yılında insanlığa kazandıran kişiydi. 1898 yılında ise bu kez radyonun ve telsiz telgrafın 21 yaşındaki mucidi olarak uygarlık tarihine kayıtlanıyordu. Sonradan görüldü ki kablosuz haberleşmeyi sağlayacak çalışmalar, alternatif akımın reklamsız mucidi, Sırp kökenli Amerikalı Nikola Tesla’nın dokümanları arasında da vardı. Trablusgarp Savaşı’nın sebep olduğu ilklerden bir diğeri de Balkan devletlerinde tetiklediği radikal milliyetçiliğin, Birinci Dünya Savaşı'nın ilk kıvılcımını çakmalara doğru koşturmasıydı.

İngiliz ve Fransız hükümetlerinin desteklerini de arkasına alan İtalya Krallığı, saldırıya Adriyatik’teki 4 Osmanlı torpidosunu batırarak başlıyordu. Akabinde 30 Eylül 1911’de asıl hedef Trablusgarp’a yöneliyordu. 2 Ekim 1911 günü denizden başlattığı yoğun bombardımanla Trablusgarp; bir yandan yanıyor, bir yandan yıkılıyordu... Siyasi tarihin bilge öğretmeni Yzb. Rıfat Uçarol “Arkadaşlar şu ana dek bir sorusu olan var mı?” diyordu. O anlarda teneffüs zili çalıyordu. Kimselerin sorusu olmayınca öğretmen çıkış kapısına yöneliyor, öğrenci tabur kıdemlisi “Dikkat!” çekiyordu. Tüm öğrenciler saygıyla ayağa kalkıyordu. On beş dakikalık teneffüs tam başlıyordu ki, telsizden arayan dört numaranın sesiyle öğrenci Serhan, yeniden Yzb. Serhan oluyordu… 

“Kobra iki üç, Ejder dört iki! 

“Ejder dört iki, kobra iki üç devam!”

“Hocam saat iki istikameti, yaklaşık yedi milde trafik!”

“Anlaşıldı ejder dört iki, teşekkürler”

Bandırma filolarından birinin, Çanakkale doğusunda eğitim yapan trafikleri olmalıydı. Kokpitlerin radar ekranlarından izlenebiliyorlardı ama trafikle göz teması ilk kuranın seslenişi, göklerin güvenlik kuralıydı. Dünya gezegeninin, hatta belki uzaylı diyarların bile tanıdığı şehitler başkenti, sağ ileride görünür olmaya başlamıştı. Bir zamanlar yaman kopmuş bir kasırgadan arta kalan tarihi yorgunluğun, alnı açık yüzü ak dinginliğine bürünmüştü. Gök diyarda mevsimler pek belli olmasa da aşağılarda mevsim dönümüydü… Bahardı… Boğaz kıyılarında sabahın genç bir sisi vardı… Dünya namlı gezegenin her yanına yakışan sonbaharların edebi hüznü, Çanakkale’nin İlkbaharlarına bile matem olarak tortulanmıştı. Bahse konu her olduğunda, ilkel duygulardan arınmış tekmil yüreklerin bulut bulut kaynadıkları… Yağdı yağacak gönüllerin asil duygularıyla saygılara, her birinin kendi inançlarıyla dualara durdukları… Tarihi Çanakkale Şehitlikleri karşı altlarındaydı… Tek yürek haykırarak “Dur yolcu!” insanlığa söyleyecek sözümüz var diyorlardı…

İllet emperyalizmin harami saldırılarında buralar; nobran karakışların en gaddar zemherilerini, insanlık tarihinin boran boran savurmuş, en insaniyetsiz tipilerini yaşamıştı. Beterin beteri mahşeri cehennem, dünya savaş tarihinde her metrekareye, yaklaşık altı bin merminin düştüğü, tek savaş olarak kayıtlanmıştı. Mermilerin havada çarpışıp, birbirlerine yapışarak düştükleri coğrafya kan selleriyle yoğrulmuş, oralar ki acıların en can yakanlarıyla kavrulmuştu. Namus için, onur için toprağına yurt sevdası can düşmüş yüz binlerce fidanın, ayrı ayrı kahramanlık öyküleri, gezegen tarihinin hakşinas sayfalarına sığmıyordu. Uhrevi saygınlığın, dünyevi başkentiydi şu sağ önlerindeki Şehidistan! Onurlu bir tarihin her taraftaki şehitlikleri gibi oralar da geçmiş zamanların sisleri arasından, artık ıssızlığı adreslenmişlerdi. Yaşanmışların tarihi hüzzamında; unutulmuşluğun buruk acıları, oralarda ağırbaşlı bir sessizliğe gömülüydü. Her şehitliğin göğe yükselen hüznünde, özlemle tutuşmuş hasretlerin, ötelerden konuşan akakları; böyle mi olmalıydı iç çekişlerin, sanki gizli serzenişleri vardı. Uğruna canlarını verdikleri ülkelerine, Atatürk sonrası yapılanlarla sanki “Yüreklerine Siyah Çelenk BırakmışlardıOysaki vatan, bayrak, kutsal değerler için cansiperane düştükleri dünyevi toprakların uhrevi kimyasına; yüreklerdeki siyah çelenklerin, beyaz güller açacağı bir ülke umuduyla karışmışlardı. Kutsal kanlarla sulanırken oralarda toprağına filizlenmiş ağaçlar; ya fidan boylu servilerdi ya da gencecik çamlar… Zamana yaş almayan olgun yeşilleriyle duldalarında yatan yüreklerin, hala sıcak yaralarına sanki serinlik ağıyorlardı. Oralardan gövermiş boynu bükük goncalar, göğün yükseklerinden seçilemiyorlardı ama her bir yanda alazlanmış haleler, olası ki kan gülleri açmıştı. Elvan elvan gülümseyişleri; yurt sevdası, vatan kokuyorlardı.

Dünya gezegeninin şehitler diyarı Çanakkale, bir zamanlar bağrına konuk ettiği kahramanlarını, hoyrat filizkıranlarla ağırlamıştı. Aklınıza her düştüğünde; gönlünüzün yağmur mevsimleriyle bulutlanır, önce Gelibolu-Anafartalar… Sonra Dumlupınar-Sakarya olurdu duygularınız. Acılarını dünyaya, canlarını insanlığa adamış yüz binlerce kahramanın; barışa hasret gitmiş, mangal yüreklerini duyardınız. Sevdasıyla yanıp tutuştukları toprakları ne hallere getirdiğimizi, zamanlar ötesinden kopup gelen yazıklanmalarında duyumsardınız…

Çanakkale semalarından aşağılara bakılınca kokpite üşüşenler, yurtsever yürekleri haşlayan eyvah közlemesiydi, yastı, kederdi. Yerkürede kimimizi sağcı, kimimizi solcu, kimimizi siyasal dinci, hatta ırkçı, mezhepçi yapan, küresel ve yöresel siyaset endüstrisinin ayrıştırma operasyonları; haram ekmeklere yağ, günahkâr lokmalara bal sürmek değil de neydi?.. Çanakkale’yi donanmayla, topla, tüfekle geçemeyenlerin, günümüze şeytanca tezgâhladıkları; şuculuk, buculuk sinsilikleri boşuna değildi!.. Asıl amaç asil şehit kanlarıyla kurulmuş masum Türkiye Cumhuriyetini; ev ödevi verdikleri taşeron bayraktarlarla hırpalayıp sömürmek, bölerek bitirmekti. Ki bunların dedeleri, koca Osmanlı’yı da için için çağdaşlıktan, çağından kopararak, parçalara ayırıp bitirmemişler miydi? Bakıp göremeyenler için tarih; hep bir daha bir daha yineler, ders vermeye kendini yeniden yenilerdi.

 

Yazarın Diğer Yazıları