Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM

Rıdvan AYDIN

“Yuva, Kobra İki Üç!”

“Devam iki üç?”

“Birazdan hava devriyemizi, malum koordinatlara bir kez daha yönelteceğiz! Bu arada komşu yola düşerse, iyi bir ağırlamak görevimiz!”

“Anlaşıldı İki-Üç, kontrolümüzde!

Kobra kol, Ege göklerinin psiko-politik sahasından ayrılış sonrası, dörtlü bir rozet çalımıyla Anadolu kıyılarına paralel uçuyorlardı. Hatta göğün bereketli mavisini, dört beyaz tebeşirle sanki çiziyorlardı. Yüksekleri soluyan Jet motorların, aşırı sıcaklıktaki egzoz gazları, soğuk havayla karşılaşınca yoğuşur, gök uçlarda görünür olurlardı. Deniz seviyesinden yükseldikçe, yaklaşık her üç yüz metrede, iki derece düşen sıcaklığın sanatsever yüreği, yaratılış mucizesinin fiziksel yasasından esinlendikçe, eserini gök tuvale böylesine şişinerek sergilemeyi, asla ihmal etmezdi. Jet izi ya da kuyruk izi olarak adlandırılan bu olgu, yeryüzünün soğuk havalarıyla rastlaşan sıcak nefeslerin ya da taşıt egzoz gazlarının soğuşmalarını andırırdı. Bu izler, oluştukları yüksekliğin nemi ve rüzgârıyla hemen kucaklaşır, karılırlardı. Ya buharlaşıp kaybolur ya da ipeksi incelikte tüllenerek, taze bir Sirüs bulutunun mayası olurlardı. Ki Sirüsler, bulutlar diyarının kötü hava habercileriydi. Evrendeki her toz zerresinin dahi bir şifresi, illaki kerameti, bir kudreti olduğunu okuyup kavrayamayan zekâ, akıl sayılabilir miydi? Genel anlamıyla akıl; düşünüp sorgulama, algılayıp uygulama ahlakı, vicdan adaletiydi. Yalanla gerçeği, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini ayırabilme, bilimsel mantıkla hakikate varış matematiğiydi. Hatta tüm kutsal kitapların anlayabilene özü, akıl imandır derdi. Kur’an’ı Azümüşşan’ın “Alak” (oku, hatta kalem) suresiyle başlaması, Rabbi'l-âlemîn’in akıl ve bilimi işaret eden emri değil de neydi? Yüzyıllardır anlamını şeytani çıkarlara döndüren haramiler utansın! Olanca din kitapları, aklını çıkarlar sevdasına kullananı riyakâr; yanlışa yandaş olanı günahkâr; cehaleti suç ortağı, istismar addetmez miydi?

“Yuva, Kobra iki üç!..”

“Devam kobra iki üç?..”

“Parola?.. Kocatepe?..”

“Dumlupınar, Sakarya!..”

Hayatın birçok alanında olduğu gibi özellikle ülke güvenliğini ilgilendiren konularda parola, hayati önem taşırdı. Gerek sıcak gerekse soğuk harplerin, hatta barış dönemlerinin olanca operasyonlarına, ana giriş kapısıydı. Bir parola macerasının Yzb. Serhan’daki anısal arşivleri; Batı Karadeniz, Trakya, Marmara ve Ege Hava Sahalarından sorumlu, 6. Ana Jet Üssüne dek varmışlardı. Vizyondaki kadrajlar; 22 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın, O gök öyküsüne gişe açmışlardı. Komşuya daha yakın olunsun diye, 4ncü Ana Jet Üs 142nci Filonun, Bandırma’ya intikal ettiği günlerdi. Aniden belirmiş bir önleme görevine, acilen kaldırılmış iki ağabeyleri, sınır ihlali yapan iki Yunan savaş uçağını önlemeyi ahdetmişlerdi. Yetenek dehası radar operatörleri, iki adet Yunan F-5’ini, Türk Hava Sahasının içinde derhal önletmişlerdi. Uluslararası Hava Hukukuyla tutuşulmuş it dalaşında, hasım kolun iki numarası, Yzb. S. Onur tarafından vurulmuş, Ege’nin mavi sularına işte şuralarda düşürülmüştü. Görev sonu üsse dönüş rotasında lider Yarbay V. Sayın’ın, kokpitte pozisyon ve konum bildiren tüm cihazlarına bir haller oluş yeri, galiba göklerin şuralarıydı. Karşı elektronik karıştırmanın, yüzlerce ekosuyla kokpitteki radar verileri de artık güven vermiyorlardı. İzmir Kartalkaya radar operatöründen konum ve yön bilgisi isteyen lider, operatörün tutarsız yönlendirişlerinden kuşkulanmıştı. Telsiz frekansından birileri “Doğru yöndesiniz, rotanızda devam edin!” derken; bir ötekisi “Yanlış istikamete uçmaktasınız! O Yunan! Ona kanmayın, benim yönlendirişlerime uymalısınız!” diyordu!” Hatta bir diğeri, kendilerine hızla yaklaşan bazı hasım avcıların olduğunu dahi söylüyordu. Kol lideri, Kartalkaya radarından günün parolasını sorduğunda tüyleri ürpermişti. Gerçek şaşırtıcıydı. Düzgün Türkçesiyle dost görünen birileri, belli ki iletişim ağlarına şeytanca sarkmış bir trol, dahası bir korsandı. İşin tuhafı, yaklaşık dokuz dakikayı aşkın bir zamandır, dost sanılan talimatlara uyulmuş, Atina’ya doğru uçulmuştu. Neyse ki Kartalkaya radarının, kahraman bir operatörü tarafından yakalanıp, İzmir Çiğli 2nci Ana Jet Üssüne yönlendirilebilmişti. Dönüş rotasında olan olmuş, yakıtsızlıktan motor durmuştu.

Bulunulan yükseklik, Çiğli hava üssüne süzülerek ulaşabilmelere olanak vermiyordu. Ancak İzmir Söke Karayolu’na varabilmiş, oralarda oto yola inmişti…

Sabahın tazeliği, olası ki aşağılarda Nisan kokuyordu… Hatta bulutsuz gecelerin sabahına tutkun çiy, belli ki oralarda oksijen oksijendi. Savaş uçaklarının fanileri, oksijeni yeryüzünde basılmış bir depodan, ancak maskeye geleniyle yetinirlerdi. Mezopotamya ve Mısır’dan sonra, uygarlık tarihine bilimsel çığır açmış antik Yunan medeniyetinin, uzaktan kumandalı siyasal torunları ayıplar içindeydi. Tarih, kimin övülesi, kimin yerilesi, kimin sövülesi olduğuna; en duyarlı savcı, en hakşinas hâkimdi. Demokrasi, adalet, kültür sanat deryası feylesof atalarının; insanlığa sundukları bilimsel aydınlatma fenerlerini, keşke birer birer söndürmeselerdi! Keşke söndürmeselerdi de göğün şuralarında; akkorlaşmış yüreklerle dalaşa bilenişlerin gereği kalmayaydı! Ömrü savaş cephelerinde geçmiş Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir” öğretisiyle dünyaya ders vermesi; İnsanlığın, barışın mangal yüreklisi olmasındandı.

Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Ege’nin dingin suları, kurak diplomasilerle usul usul ısınmış, küresel sömürgeci ağalar kışkırtısıyla da fokurdamaya başlamıştı. Taraflarca ortak aklın bir barış gölü, dostluk turizminin imrenilir cenneti olması gerekirken, son zamanlarda kıyamet hep oralarda kopmuş, mahşer hep oralarda yaşanır olmuştu. Göklerinde it dalaşları, kıyılarında karasuları kriziydi her dem yaşanan. Velhasıl dalgaları kan kokulu bir deniz olmaya başlamıştı, iki yakası bir türlü bir araya gelmeyen! Gezegenin kandırmayı yâr, bilimsiz siyaseti kâr, kurumları aksesuar, cehaleti hükümdar eyleyen coğrafyalarında; küresel baronlar desteğiyle hükümet olmuş iktidarlar; devleti işgalle irileşir, devleşir, devletleşirlerdi. Partisel ya da bireysel çıkarlar; içlerinde hukukun gramı yok siyasi yasalarla meşrulaştırılır, millileştirilir, devletleştirilerek masum halka servis edilirdi. Devlet olanaklarından ucuz çıkar vadilerine dağıtılan sus paylarıyla suç ve günahlara yandaş cehalet marabalıkları türetilirdi.

Nasıl ki dincilik asla dindarlık değildiyse diplomasızlık da asla cehalet değildi! Asıl cehalet; çıkar illetiyle sorgulayıcı aklı ipotekli; gönül gözlerini kataraktlı, nasırlı vicdanları yandaşlığa nakaratlı tutan partizan politikaların; bağnaz şakşakçılığını yapmaktı. Asıl cehalet; edindiği diplomalar, bitirdiği okullarla yalana, yanlışa, haksızlığa taşeronluk yapma ayıbıydı. Menfaat sofrasının tribünlerine, tuzu kuru cümlelerle sinsiliği oynamaktı. Ucuz çıkarlara tav olmaların; bir gün mutlaka tüm ülkeye, hatta kendilerine ve tüm insanlığa pahalıya mal olacağını ya algılayamayış ya da görmezden geliş kurnazlığıydı.

Rahle-i tedrisatından bir şeyler alınabilse eğer; kültür katmanlı Anadolu, evrensel uygarlık değerlerinin, edebin, adabın bereketli üniversitesiydi. O Anadolu ki toplumları bilim, kültür, sanata; hakka hukuka yönlendiren bilimsel öğretmenleri kadar, insanlığın yaş almış öğretim görevlisi gibiydi! Hele ki Türküleri: Hayatların yazılmışından değil, yaşanmışından damıtılmış süzülmüşlerdi. Kültürüne kadim uygarlıkları; geleneksel sanatına insanlığı mayalamış; Deyişlerin, Barakların, Bozlakların; Ağıtların, Hoyratların bereketli diyarıydı feryatlı Anadolu! İnsanlık âleminin sayısız şairini, ozanını yazanını, tarihi bağrında emzirmiş durmuştu. Bazılarını yokluk vurmuş, okumaya yazmaya yetememişti. Bazılarıysa okuma yazmayı kendileri öğrenmiş, bazıları da İlkokulu bile dışarıdan bitirmişlerdi. Ama neticede Anadolu Halk Edebiyatının kuşaktan kuşağa arı dili, Hece vezninin insanlığa seslenen bilge ustaları olmuşlardı. Sözlü geleneğin seyyar kütüphaneleri… Kültür, sanat, edebiyatın insanlık rehberleri… Hayat felsefesinin aksakal elçileriydi. Rahmete kavuşmuşlar, nurlar içinde yatsın! Hayattakilereyse yürekten saygılar, gönülden sevgilerle borcumuza mahsuben, selamlarımız olsun!..

E Bu demekti ki cehalet, tahsilsiz olmak da asla değildi! Üstelik diplomalar, bilim dünyasına kapı aralar, uygarlığın kuramsal derslerini öğretirlerdi. Keşke hayatı da öğretebilselerdi!.. Geleneksel halk mektebinin rahle-i tedrisatını, edep ve adabını, harcına katamamış diplomalar; olmayası cehaletin çok daha karasıyla karılabilirlerdi. Diplomalı cehaletin bolluğu kadar, diplomasız dâhilerin çokluğu bundandı. Hallacı Mansur’un, Yunus’un, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin; Pir Sultan Abdal ya da Şeyh Bedrettin’in; dahası Dadaloğlu, Köroğlu’nun, Kul Himmetin diplomaları mı vardı? Hak yolunda, halk için sevdaları yüzünden; yolsuz, hırsız, hukuksuz harami muktedirlerin şeytani fermanlarınca kimisi zindanlara atılmış, kimi asılmış öldürülmüş, kimisinin derisi yüzülmüştü.

Yzb. Serhan, öylesine saygın tahsilsiziyle öylesine okyanus ümmisiyle rastlaşmıştı ki insanlığın; bazı diplomalılar yanında, çağdaş bir uygarlığın kadim bilginlerini andıran bilim, kültür, sanat inşaatçılarıydı. Beslendiği geleneksel halk kültürüyle aklını duygular dünyasına harmanlayarak, hayatın canlı kütüphanesi olanlarla muhabbeti çok severdi. Hele ki memleketi Elazığ halk ağzıyla “Kimin veli, kimin deli olduğu bilinmez!” bir âlemi, ta gençliğinden beri felsefe edinmişti. Bilimsel akıldan uzak kara cehalet; algıda yükselemeyiş, aklı gereğince kullanamayış, ne yakını ne uzağı göremeyiş kadersizliğiydi. Dünyayı kendince sanma bencilliği, varlıklara kapalı kalış kalendersizliğiydi! Çağdan kopuş talihsizliği, hayat dershanesinden sınıfta kalış yetersizliğiydi! “Görünen köy kılavuz istemezdi!” ama okumasızlık bazen, görünen köyü görmeyi de engellerdi. Kötülerin, kötülüklerin sırtımızdan saltanatlar sürmeleri; biz kitapsız, okumasız kalanlar; biz bana neci, biz çıkar abdestliler sebebiyle değil miydi? Herkeslerin doğrusu, algısı kadar olsa da gerçek doğru bir taneydi. O da bilimsel olandı. Okumasızlık felci; oturduğu yerden dünyayı, evreni, galaksileri dolaşmaktan mağdurunu mahrum eylerdi. Lübnan doğumlu Fransız yazar usta kalem Âmin Maalouf; işte bu yüzden “Okumak için uzaklara gitmekten çok, uzaklara gitmek için okumaktaydım!” demişti.

Dünya dualarınız, hayat dileklerinizce olsun!..                                           

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları