Rıdvan AYDIN

 YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM    

Rıdvan AYDIN

Gök mekânın, kuzey yarıküredeki ilkbahar sabahları bir dingince olurdu... Göğün alacasına ne öter bir horozu, ne de seher yeline hışırdayan ağaç yapraklarından, devranına kıkırdayan kuşları vardı oraların. Evrenin ırak coğrafyalarından yerküre varlıklarına şafak sancılarıyla gelen gün, uzak aşağılardan altın bir sini edasıyla belirirdi. Ufkundan fıkırdayan taze revnaklarını, mecburu olduğu galaksiye, bir Anaçça sunardı... Kalender adımlarla gök atlasa tırmanır, tembel-tembel öğlenlere, sonra ikindilere, oradan da akşamlara sarkardı. Hele bir de yükseklerden batıya uçuluyorsa, ufkundan yitip gitmek; dünya gezegenine sevdalı güneşin akılına, çok zaman sonra gelirdi.

Yzb. Serhan Liderliğindeki 4’lü uçuş kolunda; İki numara Üsteğmen Yılmazer, Üç numara Yzb. Özüpek, dört numaraysa Ütğm. Müstecep’ti. Uçuş öncesi yaptıkları “Önleme ve Hava muharebesi” Brifingine uygun görev bölümünü, göklerin buralarında artık pratiğe dökeceklerdi. Bir emir komuta zinciri içindeki Uçuş Kollarının liderleri gibi her elemanı da; Devletin göklerdeki ultra sırlar taşıyan gizli dosyalarıydı. Kol lideri sadakatli elemanlarını, elemanlar liderlerini, nihai toplamda ise birbirilerini ölümüne desteklerlerdi. Her eleman onurlu bir ağırlıkla gökteki yerini bilir, görev esnasında ani ihtiyaç duyulan taktikleri; Kol liderinin emriyle her ne pahasına olursa olsun, bitirmeye kurguluydu. Azrail hazretleriyle göz göze bir yaşamın, hakikatli barış savaşçılarıydı her biri...

Troposferinde tırmandıkları gezegenin, Türkiye topraklarına henüz gün doğmamışken, onlarda günlük hayat, gene çoktan başlamıştı… Yurt sevdasıydı her an, kanlarında alev alev kaynayan. Metehan’ın… Sultan Alparslan’ın… Fatih Sultan Mehmet Han’ın… Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün torunları; Gene şafakla kalkmış, gene sınır devriyesindeydiler o an. Egenin derin semalarında, hür denizde... Kıta sahanlığının yıllardır iki ülke arasında kör düğüm olduğu gök yörelerin, o ateşten gömlek koordinatlarındaydılar…

Uluslararası hukukta; Bir devletin karasuları sınırları ile üzerindeki ulusal hava sahasının sınırları, altlı üstlü aynı ölçülerde 6 mil’di. Yunanistan; Karasuları genişliğini 6 mil olarak kabul etse de; Üzerindeki Hava Sahasını 12 mil olarak iddia ederek, Uluslararası hukuka uymuyordu.  Türkiye ise Uluslararası Hukuk’a tam bir uyumla 6 mil dışını, Uluslararası Hava Sahası; altındaki suları ise “açık deniz” olarak belirtiyordu. Böylesine püsküllü bir sorun, iki ülke Savaş Uçaklarını hararetle Ege göklerine salıyor; Sık-sık, kafa kafaya getiriyordu. Türk Savaş Uçakları, bu Uluslararası Hava Sahasına her girişlerinde; Yunan Hava Kuvvetleri Jet Üslerinde hazır bekleyen silah yüklü alarm uçakları, acilen üzerlerine salınıyordu. Türk pilotlar oralarda normal eğitim uçuşlarında olsalar dahi, Yunan uçakları arkalarına takılarak tacizde bulunuyor, Hava Muharebesindeki hasmane manevraların, en kışkırtıcılarını sergiliyorlardı.

Atatürk sonrasının Siyasi büyükleri, ülkeyi çok iyi yönetmekten, Tanker Uçak alabilecek yıllara, henüz varamamışlardı. Yüksek performansla uçulması zorunlu it dalaşlarında, uzak menzillerden sahaya giren Türk uçakları, bir süre sonra yakıtlarının kritiğe düşmesiyle bölgeyi terk etmek zorunda kalıyorlardı. Komşu Yunanistan otoriteleri ise yakın Üslerden ha bire takviye alarm uçakları havalandırıp, tacizlerini inatla sürdürürlerdi. Sabrın sınırlarını kemiren öylesine tacizkar bunaltılara, bazen her iki tarafın genç pilotları isyanları oynar, soğukkanlılık kontrolünde zorlanırlardı. Menzillerine girmiş, hasım metal yaratıkları imha etmemek için aldıkları emir doğrultusunda “la havle” çeker dururlardı.  Yapılan tüm düşmanca manevralara katlanarak, hummalı sabırlarını kemirmeye koyulurlardı. Velhasıl ateşle barutun öylesine hazır olduğu zamanlardı. Ulusalar arası angajman kaideleri, taraflarca her an ihlal edilebilirdi. Radar kilitleme butonuna basılıp, kanat altında avlarını sabırsızlıkla bekleyen akıllı füzeler, her an ateşlenebilirdi. Kaldı ki, öylesine tarihi bir yaşanmışlık, Ege’nin Uluslararası Hava Sahasına zaten kayıtlıydı. Parçalı bulutlu göklerinde, bir Sonbaharın hükmünü sürdüğü o gün; Türk Hava Kuvvetlerine ait “4” adet Fantom, Limni Adasının güneylerinde eğitim uçuşundalardı.

İkili bir F–16 koruma kolu da kendilerine refakat etmekteydi. Tanagra Hava Üssünde konuşlanmış 331. Filoya ait, savaşçı 4 adet Miraj–2000 tarafından gecikmesiz önlenmişlerdi. Sabrın alevlendiği anlara aniden kopmuş bir  İt dalaşı, göklerin o günkü cehennemi olmuştu. Önleme kolunda, Ege göklerinin daha önceleri yaşanmış bir cehennemiyle ağabeyi denize çakılarak vefat etmiş, Yzb. Thanos Grivas da vardı. Dalaşın bir yerlerinde, pilotu olduğu savaş uçağının füze butonuna, öç almayı önceden planlamış bir öfkeyle basmıştı. Kanatlar altından aniden fırlamış güdümlü canavar, Türk Hava Kuvvetleri 192nci Filoya ait çift kumand bir F-16D’nin, kolunu kanadını kırmıştı. Pilot Yüzbaşı N.Erdoğan paraşütle atlama fırsatı bile bulamayarak şehit olmuştu. Diğer kolun lideri olanları İlgili makamlara anında bildirmiş, ama “vur emri” alamamıştı. Sakız adasının 15 mil (28km) güneybatısı, uluslararası suların, 450 kulaçlık bir derinliğine gömülü Yzb. N.Erdoğan’dan, o gün arta kalanlar, hala çıkarılmayı beklemekteydi. Diğer Pilot Yarbay O. Çiçekli, paraşütle atlamış; Olaydan 30 dakika sonra denizden Yunan Deniz Kuvvetlerince sağ olarak alınmıştı. Yaklaşık bir hafta, Yunan askeri yetkililerince yanık tedavisi uygulanmış, bilahare Türkiye’ye teslim edilmişti.

Samanyolu galaksinin bonkör güneşi, Ege göklerini berrak bir sabahın, şefkatli duşlarına almıştı... Yzb Serhan, o anlara dek bir radyo istasyonundan beslediği ruhsal dinginliğini, Askeri bir tedirginliğe kaptırmıştı. Komşu diyarlardan dalaşmaya gelenler, bir ara uzak ufuklardan, karartılar halinde görünmüş gibiydiler. Ama şimdiyse yoklarındaydılar, bilmem nerelerinde oldukları geçimsiz gezegenin! Doğanın yasası, göklerde de aynıydı. Silahın en tehlikelisi bilinmez, hasmın en tehlikelisi görünmez olandı. İzmir Çatalkaya zirvesinden, o her an Ege’yi tarayan; görüş alanındaki en ufak bir kıpırtının dahi ha bire röntgenini çeken, atmaca gözlü radarına seslendi.

Kale Kobra İki Üç!”

“Devam edin Kobra iki üç!”

 “Kekliklerin mevkii?...”

“Aynı irtifada, saat dört istikametinizde, sekiz mildeler!” Az önceki tedirginliğini ambalajladığı sakin bir ses tonuyla Serhan, telsiz iletişimine devam etti.

“Avcının delikanlısı, saat on ikiden, yani karşıdan gelendi. Bu ne böyle ağalar? Göklerdeki töresi de kokuşmuş, eyvah ki şu âlemin!” Operatör gülümsemeli bir tavırla cevapladı.

“Durum onu gösteriyor iki üç”

Ege, soğuk savaşın savaşıydı. Soğuk savaşın, sıcak tarafıydı. Mutlulukların sıcak, acıların soğuk gözyaşları gibiydi… Silahsız, mermisiz de olsa; Ortalık birazdan kızışacak, Egenin gökleri ısınacaktı...

Not; Rıdvan Aydın’ın, “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” isimli Roman dosyasından, devam edecek…

Yazarın Diğer Yazıları