Bugünkü yazımızda/ edebi sohbetimizde, Elâzığ’ın Ağın İlçesinden
İstanbul’a yürüyen, bir deha şairimizle birlikte olacağız. Niyazi
Yıldırım Gençosmanoğlu ile ilk hafızalara, “Malazgirt Destanı”
gelecektir. O, ‘Destanlarımızın Efendisidir’ O, en sevdiği Ay
içerisinde Hakk’a yürüyecektir
(21 Ağustos 1992)
Ağustos Ayının Türk milli hayatında apayrı bir yeri ve çehresi vardır.
Evet! 1929 yılında Elazığ’ın Ağın İlçesinde dünyaya gelen, Destan
Şairimiz Gençosmanoğlu, İlk Öğrenimini doğduğu İlçede yapar. Sonra,
Akçadağ Öğretmen Okulunun yolunu tutar. Buradan mezun olduktan sonra
meslek hayatının en verimli yılları Elazığ ilimizde geçecektir. Fikret
Memişoğlu ve dönemin Edebiyat camiası ile birlikte kültür-sanat ve
edebiyat faaliyetlerinin içerisinde aktif olarak yer alır. Yeni Fırat
Dergisinde edebi denemeleri ve şiirleri yayınlanır. İlk eserlerini
Elazığ’da yayınlanmakta olan Elazığ ve Turan Gazetelerinde verirler.
Bu yıllar Elazığ’ın Kültür-Sanat ve Edebiyatta ‘altın çağıdır’
Günümüze ışık tutacak önemli eserler bu dönemde kazandırılmıştır.
1970 sonrasında, MEB. Yayımlar Genel Müdürlüğü görevi ile birlikte
Devlet Kitapları Müdürlüğünde bulunur. Bu teşkilatı yeni baştan
organize eder. Daha sonra Türk Müziği Konservatuarı Genel
Sekreterliği görevinde bulunur. Emekli olduktan sonra, Türk Edebiyatı
Dergisi Yazı İşleri Müdürlüğü, Türkiye Gazetesi Kültür-Sanat
Yönetmenliği/ Doğu Türkistan’ın Sesi Dergisinin editörlüğünü yapar
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, şiiri öylesine güçlü, öylesine veciz
bir üslupla tasvir ve tarif eder ki,
“Şiir; dikenlikte laleye benzer/ Ne fıkraya, ne makaleye benzer.
Şair; vatan içre kaleye benzer/ AT uşaklığında görmez kârını/ Korur
milletinin itibârını.”
Bu güzel insan şiire, ‘Besmeleyle…’ başlar.
“Şol gökleri kaldıranın/ Donatarak dolduranın/
“Ol” deyince olduranın/ Doksan dokuz adı ile”
İman ve İslam atlası üzerinde yoğrulan şu mübarek aziz vatan
coğrafyasının bütün dertleriyle hemhal olmasını bilmiş bir çile/ bir
dert/ yeri geldiğinde bir öfke insanıdır!
Niyazi Bey’in, eserlerini okudukça, bu coğrafyayı daha iyi tanıyoruz,
‘tarihimizle, irfan kültürümüzle’ buluşuyoruz. Kendi ana
kaynaklarımızdan besleniyoruz.
“Vatan oğul… Bayrak oğul. Devlet oğul. Can oğul
Sevmek nedir bunu bilen âşıklara Bismillah
Gazi oğul, şehit oğul, iman oğul, din oğul..
Ak döşünden kan fışkıran deşiklere Bismillah
Düşte gördüm kanlı başın Peygamberin dizinde
Ocaklara, eşiklere, beşiklere Bismillah...”
Destanların Efendisi Niyazi Bey, Harput’un bağrından çıkan bir
alperendi. Alp er Tunga’nın iki bin yıl sonra gelen soluğuydu.
Yunus’un dili, Mevlana’nın engin ufku, Sinan’ın eli, Itri’nin sesiydi.
“Hicret” şiirinde Allah’ın Resulünün Mekke’den Medine’ye göç edişini;
mısralara o kadar canlı/içten/ihlaslı tasvirlerle anlatıyor ki, bir
mukaddes hareketi yürekten gelen bir seda ile yaşatıyor…
“Güvercin yuvası, örümcek ağı/ Böyle şey gördün mü ey Sevr Dağı?
Hayretin yeri yok ibret vaktidir.” (Hicret 1)
“Mekke kıvranırken içinde ye’sin/ Medine zevkinde ilahi sesin
Yeryüzü Fatiha, gökyüzü Yâ-sin,/ Ay Sûre-i Nur.” (Hicret 11)
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Türk Dünyasının bütün acılarını/
sevinçlerini, bilumum hatıraları omuzlarında hissetmiştir.
Doğu Türkistan davası şairin hamiyetli mücadelesinin en meşakkatli
sayfaları arasında yerini alır. Doğu Türkistan’ın Sesi’ dergisinin
yayın editörlüğünü büyük bir zevkle üstlenir.
Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak yayınlanan bu derginin amacı bir
haklı davayı bütün dünyaya insaf çağrıları içerisinde çağırmaktır…
“Derler ki, güzellikte Eşsizdir Van şehrimiz.
Buhara ‘İlm-i Hadis’ Kaşgar, ‘Divan’ şehrimiz’
Türklüğün mahşerini taşıyan medeniyetlerin beşiği olarak adlandırılan
Ata Yurda bizleri mısralarıyla götüren şairimiz,
“Yer sofrasında sessiz bekleyiş…/ Kaşgar’dayız... Bir Ramazan vaktidir.
Fergana düzüne çoktan indi gün.../ İdgâh câmiinde ezan vaktidir.
Ezan’ın adı var sedâsı tutsak / Allahuekber ’in nidası tutsak..
İbâdetler mevcut; edâsı tutsak.../ Kanımın içine sızan vaktidir.”
İçimizdeki sızı mısralarda yankılandıkça öfkemiz büyür…
Bir dava ilmek ilmek örülerek yarınlara yürür…
Bu sohbetimizde Niyazi Yıldırım’ın, “Meydanlar, Çaydaçıra, Keban
Güzellemesi, Fırat’la Hesaplaşma, Harput’ta Abideler, Fırat Üstüne,
Ağın…” için yazdığı şiirlerle/ mısraların diliyle Harput’u, kadim
coğrafyamızı birlikte dolaşacağız.
Şairimiz, dünyaya gözlerini açtığı Ağın’a sevdalıdır. “Bunca güzel
sevdik, fakat hiçbiri/ Ağın dedikleri yar gibi değil!” mısralarıyla
başlayan şiirinde, “insanıyla, bağıyla, bahçesiyle, sofrasıyla,
sözüyle, sohbetiyle, suyuyla, havasıyla, bilumum değerleriyle vatan
kokusunu alır!”
Niyazi Yıldırım, “Meydanlar…” şiirinde, güçlü tasvirlerle bu milletin
tarihindeki zafer yolculuğunu anlatır. “Kaytan bıyık bura bura/
Gakkoş, Dadaş sıra sıra/ Elâziz ’de Çayda Çıra, / Erzurum’da bar
meydanı!” mısralarıyla yaşadığı coğrafyayı bezeyen kimliğiyle
güzelleme yapar.
Şairimizin, “Harput’ta Abideler” şiirinde, dokuz asrı yaşarsınız. Ve
her mısraıyla da huzur bulursunuz.
“Harput’ta bir cami… …dünden yâdigâr/ “Sarayhatun” diye bir namı
vardır/ Ol camiin narin minaresinde/ Uzun Hasan Bey’in endamı vardır/
İhtiyar “Kale”nin, Ulu Caminin/ Mazide pek şanlı eyyamı vardır”
Fırat, bu milletin ses coğrafyasıdır. Karasu’da, Murat’ta, Munzur’da,
tarihin en içli hoyrat esintileri vardır;
Niyazi Bey’imiz, “Fırat Üstüne” şiirinde bir sohbet edasıyla bizleri
engin sofrasına davet dereler;
Bu şiir, / Şol cennetin sayılı ırmaklarından/ Fırat üstünedir.../
Fırat' ı emziren Karasu, Munzur/
Ve Murat üstünedir…/ Süzülüp gelirler ''Cennâtin tecri''
kaynaklarından,/ Efsaneler ab-ı hayat üstünedir. / Elmadır, üzümdür,
buğday taneleridir / Damlacıkları.../ Ve nice bin bir çeşit ziraat
üstünedir. “
Nesrin bittiği yerde şiir başlar. Şiirde, ‘ilham vardır, hikmet
vardır, şiirin insana dokunan ruhani bir havası vardır!”
Şairimizin “Harput’tan Anılar” ve “Çaydaçıra” şiirleri bizleri
Harput’un o coşkulu musiki iklimine taşıyacaktır. “Kövenk, Hüseynik,
Saray yolu” gibi o eski tarihi yerleşim yerleri şiirin zevk ve
estetiğinde gürül gürül akan mekânlar olacaktır
“Bir türkü tutturdum Kayabaşı'nda/ Deli gönlümce hoyrattan... /
Kövenk yollarında kaldı gözlerim/ Bülbüller şakıdı gül dallarında/
Yeşilbaş ördekler uçtu Murat’tan/ Bir türkü tutturdum Kayabaşında/
Heyheyler yükseldi kaleden / Meyhaneler kapısı bahtım gibi kapansın/
Sensin beni kül eden/ Bir türkü tutturdum Kayabaşından/ Ezan sesi
gelir Saray Hatun’dan/
Yerle gök arası bir mutlu hazda/ Vecd içinde türbeler “
Elâzığ’ın o meşhur Çaydaçıra Oyunuyla birlikte, Niyazi Yıldırım’ın,
“Çaydaçıra Şiiri!” hafızalara gelecektir. O şiiri, rahmetli Bünyamin
Eroğlu ve rahmetli Servet Kabaklı, o gür sesleriyle birlikte,
Çaydaçıra Oyunu ile birlikte büyük bir coşkuyla söyleyeceklerdi. O
coşkuyla salon ayağa kalkacaktı!
“Konsun şamdanlara mum, olsun ergenler sıra;/ İnsin davula tokmak,
başlasın Çaydaçıra/
Durur deryâda balık, durur gökte turnalar/ Bizim Çaydaçıra ’ya
başlayınca zurnalar/
Diz vurur gakkoşum! Heyy …de, kükresin halay kolu/ Kövenk’in pınar
başı, görünsün Saray yolu…/
Bunlar bu yerin sesi, bu göğün gürlemesi/ Mayası aşk ateştir. Belki
sarmaz herkesi
Bir vuruşu tokmağın yetişir coşmamıza/ Bir tel sesi çok bile, köpürüp
taşmamıza…”
Rahmetli Şeref Tan, “Çaydaçıra Şiirinde’ öyle içli bir söyleyişe
sahiptir ki, “Asırların feryadı döküldü gırnatadan/ Kalbimizin vuruşu
duyuldu darbukadan/ Eriyen damla damla mum değil gözyaşıdır/ Harput
akşamlarından kalan son hatıradan…”
Uluslararası Hazar Şiir Akşamlarının 2.ncisi, Fırat Şiir Akşamları
adıyla, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ve Cenani Dökmeci anılarına
yapılacaktır… Elâzığ Şehri, kendi insanına karşı sürekli, ‘ahde vefa’
göstermiştir. Bu güzel insanların hatıraları yâd edilmiştir. Gelecek
nesillere de, eserleri bu bağlamda taşınmıştır.
Niyazi Bey’in 1961 yılında yayımladığı, “Keban Güzellemesi!” şiirinde,
yüksek vadilerden, dağların eteklerinden süzülerek gelen Fırat’ı ve
Keban’ı bizlere tasvir ederler;
“Fırat' ın koynunda bir mavi boncuk/ Karanlık gecede yıldız gibidir./
Vatan kapısının gümüş eşiği,
Yağız yavruların yeşil beşiği; / Dağları granit, yalçın tepesi/
Zirveleri gökte yıldız öpesi...”
Elâzığ Şehriyle birlikte hafızalara, Fırat gelecektir. Sadece Elâzığ
mı? Hayır… 120 bin km2’yi bulan havzasıyla birlikte, ‘medeniyet
coğrafyasını da…’ bizlere çağrıştırır.
“Fırat’la Hesaplaşma” şiirinde, Fırat’ın haşin akışına dokunur;
“Yüzyıllarca, durmadan çağladın, yıktın, söktün/ Toprağımı, taşımı
götürüp çöle verdin...
Vatanından kıskandın suyunu, serinini/ Vefasız çıktın Fırat; nen varsa
ele verdin...
Gayrı azgın kurt gibi kapıp kaçmayacaksın/ Keban vadilerinde karşına duracağız.
Ahtettik bağrımıza basmaya seni Fırat./ Belini sarmak için hızını kıracağız...
Ey Palandökenler’den kükreyen erkek arslan/ Seni yelelerinden, zincire
vuracağız!
Ve geçmişi unutup; sen, ben omuz omuza/ Medeniyet yükselen bir vatan
kuracağız...”
Niyazi Bey’in, “Harput Kalesi” şiirinde, “bu muhteşem Kale’nin/ Kartal
Yuvasının hikâyesine bizleri götürür.
“Kim bilir kimler kodu/ Temele ilk harcını... / Bu taşlar kaç ustanın/
Eritti kaç murcunu... /
Diktiler Harput adlı / Bu efsane burcunu… / Çağlar eritemedi / Onun
bir tek taşını!”
O kale, vatandır, bizlere… Belek Gazi’yle birlikte, ‘efsaneleşen vatan
burcudur, bizlere…”
“Artuk Bey' in torunu, Behram Bey' in oğluyum!/ Harput Kale' si
tahtım, sancaklayım, tuğluyum!”
O kale bizlere, Malazgirt’i hatırlatır… Fetih yolunda yürüyen
Alperenler ordusunu…
“Murat sularında yundum, / El açıp Tanrı' ya döndüm./ Bir gün doludizgin indim,
Malazgirt' ten Van' a doğru! / Yürü deyince Yaradan, / Dağ dere kalkar aradan...
Batı' ya dönüp oradan, / Sürdüm Erzincan' a doğru!”
Yusuf Dursun’un, Niyazi Bey’e ithaf ettiği bir şiirinde şöyle der;
“Harput’ta mâzîdeyim,/ Şair Niyazi’deyim./ Elif minaresiyle,
Bir sülüs yazıdayım./ Deli dîvânesiyle,/ Sağalmaz sızıdayım
Harput’ta mâzîdeyim./ Harput’un yası bana…”
Selam ve Muhabbetle