Faruk YILDIZ

LOZAN'IN BİLİNMEYEN YÜZÜ VE HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

Faruk YILDIZ

Türk tarihi geçmişten günümüze çok önemli olaylarla doludur. Tarihimizde yaşanan birçok olay dünya tarihini de çok derinden etkilemiştir. İmparatorlukların, devletlerin, hanedanların ve en önemlisi de sınırların el değiştirdiği çok ama çok önemli tarihi manzumeler zinciri içinde dünya tarihini etkileyen bir millet olmayı başarmış bir ecdadın torunları olmaktan da gurur duymalıyız.
  Orta Asya’dan başlayıp Ortadoğu’ya ve oradan da Batı ve kısmen de Orta Avrupa ve kuzey Afrika’ya kadar uzanan bir coğrafyaya hükmetmiş büyük bir imparatorluk tarihi…
  Malazgirt Meydan Muharebesi ile Batı dünyasına doğru başlayan bu hareketlenme Hıttin Savaşı (1187-Selahaddin Eyyubi’nin zaferi)  ile Ortadoğu’dan radikal Hıristiyan güçleri sökülüp atılmış, 1453’te İstanbul’un fethi ile de İslam dünyasının Hıristiyan Batı dünyası üzerindeki gücü tam anlamıyla pekişmişti.
  En önemlisi de yedinci yüzyıldan beri dünya ticaretinin Müslümanların kontrolüne geçmesi ve bunun yaklaşık bin yıl sürmesi Batı dünyası için bir başka ifadeyle Hıristiyan Batı için tam anlamıyla yoksullaşmak ve en önemlisi de Roma İmparatorluğundan gelen o dünyayı tek yöneten büyük güç fikrinden iyice soyutlanmak anlamı taşıyordu.
  Ki Osmanlı İmparatorluğunun yirminci yüzyılın başlarına kadar sahip olduğu topraklara bakılırsa ekseriyetle Roma İmparatorluğu’nun hâkim olduğu topraklar olduğu görülebilir. (Akdeniz havzası, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Anadolu bu toprakların önemli bir parçasıydı.)
  Geçen bu bin yılda Avrupa’da birçok imparatorluk ve krallık el değiştirmiş ve 1789 yılında Fransız Aydınlanması ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’da dâhil olmak üzere bütün imparatorluklar Avrupa’da yerini küçük devletçiklere bırakmış ve sonrasında 18. yüzyıldaki Sanayi Devrimi ile birlikte Akdeniz havzasında Müslümanların kontrolünden tam anlamıyla olmasa da elden çıkan ticaret güzergâhları İngiltere, Fransa, İtalya gibi Avrupa ülkelerinin bir mücadele alanına dönüşüyordu. Özellikle 18. yüzyılda dünyanın tam anlamıyla ekonomi merkezinde olan İngiltere bu ticaret ağının kontrolünü elinde tutan en önemli güçtü.
  Hâkimiyet alanını sanayi devrimi sonrası daha da genişleterek yeni hammadde kaynakları elde ediyordu. Kurduğu büyük bir misyonerlik faaliyetleri ile özellikle Osmanlı İmparatorluğunun egemen olduğu Ortadoğu’da petrol yataklarının kontrolünü elinde tutmak ve beraberinde bölgede Akdeniz’den Hindistan’a, Çin’e, Japonya’ya kadar uzanan hat üzerinde egemenlik sağlamak bu misyonerlik faaliyetlerinin temel amacıydı.
  20. yüzyıla gelindiğinde kapitalizmin beraberinde getirdiği özel mülkiyet kavramı bireyler ve toplumlar üzerinde tam anlamıyla etkisini göstermişti.
  Büyük bir umutla dâhil olduğumuz I.Dünya Savaşında bu umudun da çok ötesinde mevcut topraklarımızın nerdeyse tamamını kaybediyor ve ölümü gösterip sıtmaya razı olacak bir trajedi ile karşı karşıya bırakılıyorduk. Bir diğer ifadeyle Anadolu üzerinde hapsedilmiş, soydaşları (Orta Asya Türkleri) ve hilafet bayrağı altında aynı inanç ve aynı kültür birlikteliğinde beraberce yaşadığımız Arap coğrafyası ile bağı koparılmış tam bağımsız yeni bir devletin kurulmasına İngilizler nedense sessiz kalmayı tercih etmişlerdi. Aslında 1916’da Kut’ul Amara’da İngilizlerin Osmanlı Ordusu tarafından bozguna uğraması ile İngilizler alalacele Fransa ile gizli bir anlaşma yapmış ve  Rusya’ya da onaylatarak Osmanlının Ortadoğu topraklarını paylaşmışlardı.
1917'deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan ve paylaşımdan vazgeçmiş, Lev Troçki gizli yapılan Sykes Picot anlaşmasının bir kopyasını 24 Kasım 1917'de İzvestiya gazetesinde yayınlayarak dünya kamuoyuna Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli paylaşımları açıklamıştı.
İşte İngilizlerin ve Fransızların dayattıkları antlaşmalarla ve heyetlerle yaptıkları gizli görüşmelerle istediklerini tam anlamıyla elde ediyorlardı.  Onlar için önemli olan çıkarlarına uygun hareket eden ülkeler ve bu ülkeleri yöneten liderler olması yeterliydi. Gelişen sanayilerine hammadde ihtiyacının güvenli bir şekilde sağlanması onlar için sorunun çözümü anlamına geliyordu. Bunun için yapılacak en önemli şey Hilafet Sancağı etrafında birleşmiş olan Müslümanları birbirine bağlayan Hilafeti ortadan kaldırmaktı. Tamamına yakını Fransız ekolünden gelen cumhuriyetin kurucu aydınlarının bulunduğu Yeni Türk Devleti Meclisinin Hilafetin kaldırılmasına pek de seslerinin çıktığı söylenemez. Birkaç aydın dışında ki bu aydınlarla ilgili kısa bir süre içinde gereği de yapılmıştı.(Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey gibi)
İşte İngilizlerin bağımsız bir Türk devletinin kurulmasına sessiz kalmalarının nedeni Lozan Barış Antlaşması görüşmelerinde tutanaklara geçmeyen ancak sözlü olarak dile getirildiği düşünülen halifeliğin kaldırılması sözünün verilmiş olması ihtimali üzerinde düşünülmesi gerekmez mi? Zaten 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşmasından henüz 7 ay sonra yani 3 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılması ister istemez akıllara başka şeyler getirmiyor mu? Bir diğer ifadeyle İngilizler ve Fransızlar Sykes Picot ile Türklere yapamadıklarını Lozan ile yaptılar. Çevresi ile bağı koparılmış bir Türk devleti…
Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip ERDOĞAN Musul, Kerkük derken, Kuzey Suriye derken neler anlatmaya çalıştığını daha iyi anlamak gerekiyor. Bugün Türkiye’yi Cumhuriyetin temel değerleri diye diye ülkeyi içeriye hapsedenler aslında İmparatorluk bakiyesi üzerine kurulmuş bir devletin ve milletin üyesi olduklarını unutmuşa benziyorlar. Büyük devlet olmanın gereği bulunduğu bölgede ve dünyada söz sahibi olmaktır. Batının üretip bireyin ve toplumun bünyesinde kronikleşen mezhep, cemaat, tarikat ve bir tabu gibi algılanan cumhuriyetin temel değerleri tartışmaları geçmişten günümüze bizi ayrıştırmaktan başka bu ümmete ne kazandırdı? Hiçbir şey.
Hun İmparatoru Atilla’nın bir sözü ile yazımı kısaca özetlemek istiyorum: “Eğer sınırlarınızda sorun varsa bu sorunları gidermenin tek yolu sınırlarınızı genişletmektir”… 
Kalın sağlıcakla.                                  

Yazarın Diğer Yazıları