Ahmet KIZILKAYA

SÜRÜ OLMAK DEĞİL, CEMİYET OLMAK

Ahmet KIZILKAYA

 

Alman teolog  Martin Luther King, ta 15. yüzyılda  ‘ İnsanlar genellikle birbirlerinden nefret ederler çünkü birbirlerinden korkarlar; birbirlerinden korkarlar çünkü birbirlerini tanımazlar; birbirlerini tanımazlar çünkü iletişim kurmazlar; iletişim kurmazlar çünkü sınıflara ayrılmışlardır. ‘ demiş.

İnsanın mizacı, karakteri, tıyneti hiç değişmiyor. Yüzyıllar önce nasılsa bugün de hemen hemen aynı. Oysa Yüce Yaradan insanı en değerli, en şerefli mahluk olarak vücuda getirmiş,  Hucurât suresi 13. ayette de ‘…ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.’   buyurmuştur. 

Peki insanoğlu bu yüce irade karşısında neler yapıyor, nasıl davranıyor? Hemen söyleyeyim, Tanrı kelamını bir tarafa bırakarak tanış olmak, sevmek ve sevilmek yerine kendi arasında sınıflara, gruplara ayrılıyor. Yani yaklaşmak yerine kendini bir diğerinden ayırıp araya duvarlar örüyor ve muhatap olması gerekeni ötekileştiriyor. Tam tamına yaradılış gayesine muhalif bir tutum!

Bence tam da bu nokta da kritik bir kavram ortaya çıkıyor: Cemiyet olabilmek. Cemiyet sözcüğü, Arapça kökenli olup ‘cem’ kökünden türetilmiş içi dolu hoş bir sözcük. Aynı kökten, farklı türetmeler de yapabilirsiniz. Sözgelimi camia, cuma, cami gibi.

Toplanmak, konuşmak, tanışmak, fikir ortaya koymak, meselelere çözüm üretmek, tasada ve kıvançta bir olmak cemiyet olmanın bir gereği. Bunu yapabildiğimiz ölçüde güçlü manevi bağları olan bir toplum haline gelebiliriz.

Belki bazılarınız diyebilir ki insanlar zaten farklı siyasi görüşlere, farklı inançlara ve yaşam biçimlerine sahipler dolayısıyla zaten aynı fikri savunan, aynı duyguları taşıyan insanlar bir şekilde toplanıp bir araya geliyorlar. Tamam da amaç bu değil ki. Yazının başında da belirttim. Yüce Yaradan bizleri farklılıklarımızı görmek, birbirimizi tanımak, birbirimizi sevmek için farklı farklı yaratmış. Yoksa aynı aşirete, aynı siyasi görüşe, aynı coğrafi bölgeye mensup olmak, cemiyet olabilmemizi mümkün kılmaz.

Kendi çocukluk yıllarımdan hatırlarım, yaşadığım mahallede çok farklı sosyal statüye, farklı inançlara ve farklı gelir imkânlarına sahip insanlar tasada ve kıvançta bir olmanın en güzel örneklerini verirlerdi. Hayatın bu kadar dijital bir ortama dönüşmediği yıllarda her hafta bir evde toplanılır, sözün ve sohbetin doruğuna çıkılırdı. Televizyonu olan ailelerde siyah beyaz ekranlarda yer minderlerinde oturularak seyredilen bir film, evin içinde bir araya gelen insanlara ayrı bir haz verirken, televizyonu olmayan evlerde ise insanlar birbirlerinin meselelerine dokunarak en sağlam iletişim bağlarını kurarlardı. Bu bir araya gelişler sadece sokak gezileri şeklinde kalmaz, daha uzak mahallerdeki insanlara da olabildiğince yakın durulur, karşılıklı ev buluşmaları şeklinde gidiş gelişler gerçekleştirilirdi. Bir araya gelen bu insanlar arasında üniversite mezunları da vardı, serbest meslek erbabı da; okur-yazar olmayan ev kadınları da vardı, günün koşulları içerisinde bürokrat diyebileceğimiz, devlet kademelerinde görevli kadınlar da.

Bugünkü geldiğimiz ortamın ruh hali içerisinde düşünüyorum da bu insanları, bütün bu farklılıkları içerisinde bir araya getiren faktör neydi? Galiba bugünkünden çok daha ileri olan güçlü insani bağlar, bir çeşit aidiyet duygusu ve başkalarını tanıma, tanış olma isteği. Bu, belki de farkında olunmadan bir cemiyet kültürünü oluşturuyordu.

Hep eskiye özlem duyan, sürekli eskiden dem vuran bir tarzım yok. Lakin bugünkü hayatımız içerisinde unuttuğumuz, kaybettiğimiz çok erdemimiz var. Bu kayba üzülmemek elde değil. 

Modern hapishane tarzı inşa edilmiş beton apartman kütlelerinden çıkıp kafamızı kaldırsak ve etrafa baksak neler göreceğiz neler. ‘Farklılıklar zenginliğimizdir ‘ diyerek lafta bıraktığımız o anlayışımız var ya işte o anlayışımızı anlamlı kılmak ve hayata geçirmek için de bunu yapmamız lâzım.

Yaradan’ın istediği insan olabilmek için, tanış olmak, cemiyet oluşturmak, sevmek ve sevilmek için bir araya gelmek şart. Bu bir araya gelişte bizimle aynı şeyleri düşünen insanlar olsun kaygısını taşırsak bu bir anlam ifade etmez, çünkü aynı görüş ve hayat tarzındaki insanların bir arada toplanması psikoloji ilmindeki ‘sürü’  mantığını ortaya çıkarır çoğu kez. Kuşkusuz böyle birliktelikler de olacaktır, ama aslolan farklılıklarımızı görmek, birbirimizi tanımak, yani yüce Allah’ın bizlere buyurduğu gibi sevmek sevilmek, saygı duymak ve cemiyet olmaktır.

Bakın şu bilgelik öyküsü ne çok şey ifade ediyor:

Günlerden bir gün, zengin bir baba, çocuğunu bir köye götürür.

Bu yolculuğun tek amacı vardır, insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Bu çok fakir ailenin çiftliğinde bir gece ve bir gün geçirirler. Yolculuktan döndüklerinde baba çocuğuna sorar:

‘Evet oğlum, ne öğrendin?’

Çocuk yanıt verir: ‘Şunu öğrendim baba. Bizim evde bir köpeğimiz var, onların evinde dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlar ise sonu olmayan bir dereleri. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlar ise tüm ufku görebiliyorlar.’

Çocuk sözünü bitirince babası söyleyecek bir şey bulamaz.

Çocuk ekler: ‘Teşekkür ederim baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!’

Bir sonraki yazımda buluşmak dileğiyle sevgiyle ve huzurla kalın..

 

Yazarın Diğer Yazıları