Selim Şengül

Hattın izinde bir nakkaş: Nihat Oğuz - 2

Selim Şengül

İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne kabul edilmiş olmasına rağmen, ailevi sorunlar ve oranın atmosferini benimseyememesi nedeniyle bu hayalinden vazgeçmek zorunda kaldı. Ardından, bir süreliğine Manisa Spor Akademisi'ne devam etti. Ancak oradan da ayrılıp askere gitti. O yıllarda, üniversite eğitimini yarıda bırakıp askere gelen gençlerin sayısı hiç de az değildi.

Acemi birliğini Denizli'de, usta birliğini ise Kıbrıs'ta tamamladı. Denizli'deki askerliği sırasında bir folklor ekibi kurulması istendi. Ekibi oluşturmak için bir araya getirdiği birkaç Karadenizli askerler kendi arasında hemen kaynaşarak horon oynamaya başladılar. O da Karadeniz oyunlarını bilmediğinden ilk zamanlarda uyum sorunu yaşıyordu. Ayrıca ardından bulduğu altı yedi Elazığlı askerle birlikte ekibi tamamladı. Ekibe davul çalan birinin olması ve ünlü müzisyen Füsun Önal'ın klarnetçisi olması Nihat Oğuz’un işini daha da kolaylaştırdı.

Ekibin çalışmaları için tuğgeneral olan Naci Şeker'in desteğiyle özel bir oda tahsis edildi. Sanata olan tutkusunu burada da sürdürdü. 1977 yılbaşı gecesi, seyircilerin karşısına çıktılar. Ekipte ünlü fotoroman yazarı Arda Uskan ve konservatuvar mezunu Faruk Tınaz gibi askerler de vardı. Sahneye, Elazığ'ın meşhur halk oyunu Çaydaçıra ile çıktılar ve 2 veya 3 ay süren acemi birliği eğitimi de böylece biter.

Ardından usta birliği için Kıbrıs’a gider. Kıbrıs'ta her an savaş çıkma ihtimaliyle diken üstünde bir askerlik dönemi geçirir. Ancak bu zorlu süreç bile, sanatsal kimliğini beslemeye devam etti. Askerliğini yirmi ay gibi bir sürede bitirir.

Askerlik vazifesinin ardından, hayatın yeni yollarına adım atmak için kolları sıvadı. Ticaretin çetin ve bir o kadar da hareketli dünyasına atılarak, tezgâh açtı, seyyar satıcılık yaptı. Başlangıçta omuzlarında taşıdığı bu yük, ilerideki başarılarının ilk adımları oldu.
Takvimler 1980 yılını gösterdiğinde, hayallerine giden yolda en büyük yardımcısı olacak ilk arabasına kavuştu. İlk arabası, 1971'de satışa sunulan Murat 124’tü. Sadece bir araba değil, aynı zamanda özgürlüğün ve keşfin sembolüydü onun için. Murat 124'ün direksiyonunda, Doğu Anadolu'nun sarp dağlarını, gizemli vadilerini ve birbirinden uzak şehirlerini karış karış gezdi. Bu yolculuklar, ona sadece yeni yerler değil, aynı zamanda hayatın ve insanların farklı yüzlerini tanıma fırsatı verdi.
1986 yılı, Nihat Oğuz’un hayatının akışını değiştiren, dönüm noktalarından biri oldu. O dönemde, Elazığ Müftülüğü'nde bir arkadaşını ziyarete gider. Tam da o sırada, odanın kapısından içeriye Hacı Halil adında bir zat girdi. Kendisi, 27 Eylül 1955 tarihinden beri Elazığ bölge vaizi olarak görev yapıyordu. Nihat Oğuz’u görür görmez, "Seni güzel bir imam yapacağım," dedi. O an şaşkınlıkla, "Hocam, benden imam olmaz," diye karşılık verdi.
Liseyi bitireli 10 yıl olmuş. Üniversiteye başlamamıştı. Kendi halinde, kafası karışık bir gençti. Ama Hacı Halil Hocamızın o beklenmedik teklifi, o dönemde ülkenin de içinde bulunduğu karışık atmosferden kendisini adeta çekip çıkarmıştı. O sözler, sadece bir teklif değil, aynı zamanda benim için yeni bir kapının aralandığının müjdesiydi.

Bu ilk atamasını kendisi şöyle anlatıyor. “Nihayetinde ilk görev yerim belli oldu: Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesi, Durumtay köyü. Köy halkının ilk kadrolu imamı olarak atanmıştım. Oraya vardığımda, uzun saçlarım, iri cüsseli ve kaslı yapımla, köylülerin alışık olduğu imam tipinden oldukça farklıydım. Onların şaşkın bakışları, bu yeni başlangıcın ilk izlenimi oldu. Ben de tıpkı onlar gibi, bu yeni hayata ve bu yeni insanlara alışmaya çalışıyordum.” Mahallenin eski adı Durumbey'dir. Köy halkının çoğunluğunu Kırım'dan gelen Tatarlar oluşturmaktadır.

Nakkaş Nihat Oğuz derin bir ah çekerek o dönemin Bursa'sını anlatmaya başladı:”1986 yılındaki Bursa, günümüzdeki modern şehir kimliğinden oldukça farklı bir görünüme sahipti. Şehrin ekonomisi ve sosyal yaşamı, o yıllarda daha çok tekstil ve otomotiv sanayisine dayanıyordu. Uludağ'ın eteklerinde kurulmuş olan bu yeşil şehir, hâlâ doğal güzelliklerini koruyan ve daha az betonlaşmış bir yapıya sahipti. O dönemde çok katlı binalar henüz yaygınlaşmamış, şehrin silüeti daha alçak yapılarla doluydu. Kış aylarında Uludağ'dan gelen soğuk ve temiz hava, Bursa'nın sokaklarında hissedilirdi. 1986 yılındaki Bursa, geleneksel ile modernin henüz kesişmediği, kendine özgü bir ruha sahip, daha küçük ve daha samimi bir Anadolu şehri izlenimi veriyordu.”
“Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim,
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.”
İmamlığının ilk tatilinde, köylüler ısrarla "Git, aileni gör," demişlerdi. Ancak Elazığ'ın uzaklığı, bu isteği yerine getirmesine engel oldu. Ailesine kavuşamasa da, gönlünde büyüyen bir başka özleme doğru yola çıktı: İstanbul'a. Yahya Kemal'in "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" şiirinde dile getirdiği o manevi iklim, kendisinin de ruhuna sirayet etmişti. İstanbul'un tarih kokan sokaklarında gezerken, adeta cedlerimizin mağfiret iklimine girmiş gibi hissetti.

Nakkaş Nihat Oğuz gördüğü manzarayı şöyle dile getiriyor: “Caminin duvarlarındaki hat sanatları, vitrayların renkli ışıkları ve tezhiplerdeki o eşsiz incelikler ruhuma işledi. Bu şehir, sadece bir yer değil, aynı zamanda sanatın ve maneviyatın canlı bir müzesiydi. İstanbul'un büyülü atmosferi, bende var olan yeteneği adeta uyandırdı. Bu etki, bir başlangıç ve bir diriliş oldu. Zaten sanatla ilgilenip de İstanbul'dan etkilenmeyen var mıydı ki? Bu manevi heyecanla dolu gönülle, ilk önemli işini kendi köyümün camisinde gerçekleştirdim. Camideki hatları, tezhipleri ve diğer süslemeleri kendi cebimden karşıladım.” Böylece, İstanbul'da başlayan bu ruhani yolculuk, ömrü boyunca devam edecekti.

Bu duyguları, yıllar önce yazmış olduğum "İstanbul Yolu" adlı şiir kitabımda yer alan "İstanbul Yolu" şiirinde dile getirmeye çalıştım.

Gittim
Edeple o yola
O yol ki İstanbul bağrında
Gördüm 
Üstatları orda
Onlar ki yolun sonunda

Yazımın ikinci bölümünü de burada noktalıyorum. Haftaya görüşmek üzere!
 

Yazarın Diğer Yazıları