Bu aralar sıklıkla kavramlarla imtihan ediliyorum. Başlığı yazarken kendi kendime “Yine mi?” diye sordum. Hatta bu yazıyı okuma ihtimali olan farklı yaş guruplarını hayal ettim. Mesela kendi yaş gurubum ve bir önceki nesil bu başlığın birinci kısmını görünce, “Neden çekiniyoruz acaba? Çekinecek ne yaptım ki?” diye düşünür. Şimdiki genç kuşak ise “haydi” der. İkinci kelime servis dışıdır. Çünkü onlara göre anlamı çok nettir: “Fotoğraf çekinmek.”
İnsanların kendilerinin ve sevdiklerinin her anını fotoğraflamaları güzel bir şeydir. Hem bu günümüzü güzelleştirir hem de gelecekte; gerek aramızdan ayrılan kişileri hatırlayıp yâd etmek için gerekse yaşayan yakınlarımızla eski anıları hatırlayıp sohbet etmek için önemlidir. Tabi ki sadece bununla bitmez. Gezip gördüğümüz güzel mekânları, doğal güzellikleri, tarihi yerleri fotoğraflamakta bunun bir parçasıdır.
Bu normalliği bile anormal hale getirmek, tabi ki en çok bize yakışırdı. Bizde üzerimize düşeni hakkıyla yapıyoruz.
Son yıllarda gezerken fotoğraf çekmek-çekinmek yerine, fotoğraf çekinmek için gezmeler ağırlık kazandı. Yani o mekanların spesifik özelliğinin hiçbir önemi yok. Tek bir var oluş nedenleri var. Fotoğraf kadrajında, bizlere arka dekor olabilme özelliği. Bazı mekânların dili olsa; yankılanan feryatları arşa yükselir ve kulakları sağır eder. Gören gözleri olsa; göz pınarları sele dönüşür. Duyguları olsa; üzüntüleri yürekleri dağlar, nefretleri bir karabasan gibi üzerimize çöker.
Özellikle ecdadımızın geleceğimize miras olarak bıraktığı eserler en mahzun olanları. O mekânları sıradan birer yapı mı sanıyoruz? Maalesef öyle. Oysaki hepsinin kendine has bir ruhu var. İlmek ilmek işlenmiş bir sanat var. İçinde bize yol gösterici olması gereken yaşanmışlıklar var. Tek bir örnek vereyim ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. Nusaybin Ulu Cami’nin temelini Hz. Ömer (r.a)’ın attığını biliyor muydunuz?
Bu husus benim dost sohbetlerinde hep dile getirdiğim bir husustu. Ancak kısa bir süre önce gittiğim Mardin gezisinde sanki o yapıların feryadını ruhumda hissetim. Sanki Zinciriye Medresesi benimle konuştu. Sanki Ulu Cami mahzundu. Kasımiye’nin öfkesini iliklerimde hissettim. Şehidiye Cami ve Medresesi’nin kalabalık içindeki yalnızlığına şahit oldum.
Neden mi? Anlatayım:
Kasımiye Medresesi’nin önünde, o muhteşem sanat eseri olan kapısına hayran hayran bakarken, bir Türk öğrenci kafilesi geldi. Başlarında da yedi veya sekiz öğretmen vardı. Öğrenciler içeri girmek için hareket etmeye başladığı zaman içim sızladı. Çünkü o muhteşem sanat eseri hakkında çocuklarımıza, bizim öz be öz evlatlarımıza hiçbir açıklama yapılmadan içeri almaya başladılar. Oysa sadece o kapı, yarım saat anlatılmayı hak ediyordu. Çünkü Türk İslam sanatında medrese kapılarının ihtişamlı yapılmasının bir nedeni vardır. İçeride öğretilen ilim ve sanatın büyüklüğünü temsil eder. İçeri girdiğinizde ise sadeliği görürsünüz. Çünkü eğitimde herkes için tevazu esastır. Kufi hat ve rumi hat nasıldır? Yapının kitabesi nerededir? Kitabe neden var? Kümbet niye var? Mesela Eski Mardin diye adlandırılan, sur dışı ilk yerleşkeleri kuran kişinin Artuk Bey’ in torunu (Aynı zamanda Sultan Alparslan’ın kızının torunu) Emir Yakut olduğunu biliyor muydunuz? Bunların hepsi gezi boyunca anlatılmalıydı.
Ben konumuza devam edeyim.
Öğrenci gurubu birkaç öğretmenle içeri girerken, birkaç öğretmen ise içeri girme zahmetinde bile bulunmadı. O zaman neden geldiniz buraya kadar? Neden geldiklerinin cevabını yine kendileri,
ben sormadan verdiler. İçeri giren arkadaşlarına seslenerek: “Arkadaşlar biz girmiyoruz. Fotoğraf çekinin ama bizi etiketlemeyi unutmayın.” Kılavuz böyle olursa o çocukları suçlayabilir miyiz? Sırf fotoğraf çekinip, etiketlenmek için girdiğiniz zahmet ise takdire şayan. Oysa bunları yapay zekâ kullanarak oturduğunuz yerden oradaymışsınız gibi yapabilirsiniz. Boş beyinle gidip gelmekten çok daha kolay olur.
İşte vaziyet bu!
Gelelim başka bir önemli hususa; ilk olarak yaklaşık 13-14 yıl evvel gitmiştim. Mardin’e, tekrar gitme ihtiyacı hissetmeme de o gidiş vesile olmuştur. O yıllarda Kasımiye Medresesi’nin bir bölümünde eskiden kullanılan orijinal tıp aletleri, İslam bilim tarihine ışık tutan icatların bazılarının orijinali veya bire bir kopyaları yer almaktaydı. Onları tekrar görecek olmanın heyecanı vardı. Medreseden içeri girer girmez biraz gezinince o eserlerin hiçbirini göremedim. Bunun üzerine sordum; “O bölümler neden yok?” diye. Görevlinin bana söylediği, onların İstanbul’a taşındığı oldu. Sadece medrese avlusunda El-Cezeri’ye ait bazı icatların basit kopyaları bulunmaktaydı. Bu bende büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Zihnimdeki şu feryadı bastıramadım: “Neden hep İstanbul?” Prof. Dr. Fuat SEZGİN öncülüğünde uzun bir çalışma ile toparlanan bu eserlerin bir müzede sergilenmesi elbette ki çok büyük bir hizmet. Fuat Hoca da çok büyük bir bilim insanı. “Fuat SEZGİN ile Bilim Sohbetleri” adlı kitabı da herkese tavsiye ederim.
Benim itirazım şunadır: Bu müze neden Ülkenin en batısında? Ziyaret etmek için neden binlerce kilometre yol gitmek zorunda kalıyoruz? Neden İstanbul’un çilesini de beraberinde çekmek zorunda bırakılıyoruz? Neden Anadolu’nun doğusuna ait eserler en batıda sergileniyor? İmkânı olan var, olmayan var. Güzel Ülkemizin orta noktalarından birinde olsa daha kolay erişilebilir olmaz mıydı? Fuat Hoca buna itiraz mı edecekti? Hadi diyelim bu yapılmadı. Birebir kopyalarının sergilendiği ikinci bir müze daha yapılamaz mı? vs. vs. vs.
Ah ah! Daha önce de bahsetmiştim:
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Umudumu da kaybediyorum. Sanırım hiçbir şey değişmeyecek. Sanırım bu iki mısrayı daha çoook yazacağım.