Mustafa Demirbağ

Değişen dünya mı? Gelişen dünya mı?

Mustafa Demirbağ

İnsanı temel alarak düşündüğümüzde gelişim ve değişim kelimelerini iç içe geçmiş bir şekilde ele alma zaruretimiz doğar. Çünkü ana rahminde düşmesinden itibaren başlayan serüven, ebedi hayata intikal edene kadar hem bedensel hem de ruhsal, diğer bir deyişle fiziksel ve sosyolojik açıdan birçok dönüşümden geçer. Görüldüğü üzere, değişme, gelişme ve diğer birçok kavramı “dönüşüm” kavramı içinde konumlandırmak mümkündür.

Peki, Dünya için bu geçerli midir?

Yaradılış evresinden sonraki Dünya’yı, insandan bağımsız düşünmek büyük bir hata olur. Bunlar da iç içe geçmiş bir haldedir. Tıpkı insan gibi ve insanla birlikte Dünya’da sürekli dönüşmektedir. Dünya ve insanlık var olduğu sürece bu devinimin devam edeceği de muhakkaktır. Ancak: Bu bir gelişme midir? Orada tereddütlerim var.

Dünya’ya ait, fiziki manadaki büyük dönüşümler, bilimsel olarak “jeolojik devirler” ile ifade edilmektedir. Karaların ve denizlerin yer değiştirmesi, buna bağlı olarak canlı türlerinde de farklılaşmaların olması olarak özetlenebilir.

Bu temel olgu ortaya konarken acaba Dünya üzerinde insanlar yaşamıyor muydu?

Bilimsel olarak, Dünya’nın yaklaşık 4,5 milyar yaşında olduğu düşünülmektedir. Şu ana kadar insanlık tarihi adına bulunan arkeolojik verilerin en eskisi ise bilindiği üzere Göbekli Tepe’dir. Onunda yaklaşık 12 bin yaşında olduğu incelemeler sonucunda anlaşılmıştır. İslam anlayışına göre yüce yaradan; kâinatı, onun özelinde ise dünyayı, insandan önce yaratmıştır. İnsanların yaşayacağı bir hale getirdikten sonra insan yeryüzüne gönderilmiştir. “Öyle bir yerdeyiz ki” başlıklı yazımda bir Müslüman olarak, ilk insan olduğuna iman ettiğimiz Hz. Âdem’in, Hindistan dolaylarına indiğini, Hz. Havva’nın ise Cidde’ye indiğini, daha sonra ikisinin Müzdelife ve Arafat’ta buluştuğu savını anlatmıştım. Göbekli Tepe ile Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın indirildiği ve buluştuğu coğrafyalar arasındaki mesafeler dikkate alındığında, insanlık tarihine ilişkin daha gün yüzüne çıkarılması gereken çok şeyin olduğu aşikârdır.

Kâinatın yaradılış süresine geldiğimizde ise tartışmasız bir gerçekle yüzleşiyoruz. Onlardan biri A’raf Suresi 54. ayettir. Ayeti kerimede Yüce Allah (c.c); “Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arşa istivâ eden; gündüzü, kendisini süratle kovalayan geceyle bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren Allah’tır. Bilin ki, yaratma da, emir ve idâre yetkisi de yalnız O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir.” buyurmuştur. Bir diğeri olan, Yunus Suresi 3.ayette ise; “Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükümrân olan, her şeyi ve her işi yerli yerince yöneten Allah’tır. O’nun izni olmadan şefaat edebilecek hiç kimse yoktur. Rabbiniz Allah işte budur. Öyleyse O’na kulluk edin. Hâlâ düşünüp ders almayacak mısınız?” buyurmuştur. Üçüncüsü ise Hud suresi 7. ayettir. Orada da Yaradan; “Sizi imtihan edip hanginizin daha güzel amel işleyeceğini ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Arşı ise daha önce su üzerinde idi. Buna rağmen şayet: “Siz öldükten sonra kesinlikle diriltileceksiniz” diyecek olsan, inkâra saplananlar muhakkak: “Bu düpedüz bir büyüden başka bir şey değil” derler.” diye seslenmiştir bizlere.

Bu üç ayetin ortak noktası bu âlemin altı günde yaratıldığıdır. Tefsir âlimlerince göklerin ve yerin yaratılmasının içinde diğer tüm varlıklarında olduğu görüşü hâkimdir. Bu da bizlere insanlık tarihi ile dünyanın yaşı arasındaki uçurumun o kadar da fazla olamayacağını açıkça göstermektedir.

Şimdi; “Hata yapmaktan Allah’a sığınırım” diyerek bir iki çıkarımda bulunmak istiyorum. Aslında bilim insanlarının “jeolojik devirler” dediği dönüşüm olayları silsilesini iki başlıkta ele almak

kanımca daha sağlıklı olacaktır. Bunlardan ilki yaradılış süresi içerisinde olanlar. İkincisi ise insanın indirilmesi sonrasında olanlar.

Şimdi ikinci ne alaka diyenleriniz mutlaka olacaktır. Şöyle ki; yukarıda dediğim gibi dünyanın yaradılıştan sonraki fiziksel ve sosyolojik olarak değişimi ve dönüşümünü insansız düşünmek çok gerçekçi değildir. Buna en güzel örnek ise “Nuh Tufan’ıdır”. Sizce Nuh Tufanı gibi insan kitlelerini yok eden bir yıkım dünya üzerinde fiziksel bir etki bırakmamış mıdır? Peki, bu tufanın ana aktörü insan değil midir? İnsanoğlunun kendi eli ve aklı ile icra ettiği hataların sonucu değil midir? Bilimin jeolojik devirler dediği olaylardan biri de bu tufan olamaz mı? Bu insanların neden olduğu fiziksel bir değişim değil midir? İnsanoğlunun sosyolojik olarak içinde bulunduğu durum bu sonucu doğurmamış mıdır?

Biraz da gelişen dünya üzerinde durmak istiyorum. Dünyanın fiziksel olarak gelişmesi pek mümkün olmayan bir durudur. Ancak Dünya’yı üzerinde yaşanan bir mekân olarak ele alırsak, gelişmeden kastın, dünyanın gelişmesinden çok imkânların gelişmesi olduğunu görürüz. Bu da yine insandan bağımsız düşünülemez. Yani gelişmekte olan dünya değil, insandır. Biraz daha derin düşününce bunun olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğu üzerinde tereddütler oluşturması da normaldir. Çünkü geliştiğini düşündüğümüz dünyanın, bu gelişimle birlikte neleri kaybettiğini de görmemiz lazım.

İnsanoğlu yaşam standartlarını geliştirdikçe dünyanın birçok şeyini de kaybettiğini apaçık görüyoruz. Doğal hayatın yok olması, tarım arazilerinin azalması, içilebilir suda meydana gelen sıkıntılar, iklim değişikliklerinin gözle görünür bir seviyeye gelmesi başlıca örneklerdir. Teknolojik olarak ortaya konulan gelişmelerin de faydalı olanları kadar zarar vereni vardır. Kitle imha silahları bunun bariz kanıtıdır.

Hülasa gelişen Dünya algısı bir safsatadan ibarettir. Dünyanın değiştiği ise yadsınamaz bir gerçektir. Bu değişim terazisi ise olumsuz tarafa doğru hareket etmektedir. Ağır tarafa malzeme olmak, diğer tarafın kurtuluşu için atılacak safra olmak ile aynıdır. O yüzden kendi kişisel dönüşümümüzü doğru tercihlerle gerçekleştirmemiz gerekmektedir.

Yazarın Diğer Yazıları