Türkiye’de son yılların en sinsi alışkanlıklarından biriyle karşı karşıyayız: haksız şikâyet. Ne bir suç var, ne bir tehdit… Ama telefonda tek bir cümle yetiyor:
“Gürültü var.”
Gerisi malum: polis kapıda.
Peki gerçekten gürültü mü var?
Yoksa mesele tahammülsüzlük mü?
Bir çocuğun doğum günü kutlanıyor. Bir evde birkaç saatlik sevinç yaşanıyor. Saatler makul, ortam ailevi, taşkınlık yok…
Ama alt komşu için bu yetmiyor. Çünkü bazıları için komşuluk, paylaşmak değil; baskı kurmak.
Bugün şikayet mekanizması, hakkını arayanın değil; can sıkmak isteyenin silahına dönüşmüş durumda.
Polis, asayiş, gerçek suçlarla uğraşması gerekirken; kişisel husumetlerin, kaprislerin, “canım öyle istedi”lerin muhatabı hâline getiriliyor. Bu durum yalnızca vatandaşın değil, kamu düzeninin de istismarıdır.
Daha açık söyleyelim:
Haksız yere yapılan her ihbar, gerçek bir ihtiyacın önüne çekilmiş settir.
O an bir yerde gerçekten yardıma ihtiyacı olan biri varsa, bu keyfî şikâyet yüzünden gecikiyorsa, bunun vebalini kim ödeyecek?
Komşuluk hukuku, sessizlik kadar hoşgörüyü de kapsar. Kimse apartmanda mezarlık sessizliği vaat etmedi. Kimse çocuğuna “gülme, alt kattaki rahatsız olur” diye büyütmek zorunda değil.
Elbette ölçüsüz gürültüye kimse göz yummasın.
Ama ölçüyle kaprisin, hakla keyfin birbirine karıştırıldığı yerde adalet yara alır.
Bugün bir doğum günü, yarın bir taziye, öbür gün bir aile yemeği…
Herkesi şikâyet ederek susturursanız, geriye sadece yalnız insanlar ve soğuk duvarlar kalır.
Ve şunu unutmayalım:
Haksız şikâyet masum bir davranış değildir. Bununla ilgili içişleri Bakanlığı’nın elbette bir yaptırımı Söz konusu olmalıdır. Aksi halde bu gibi olaylar görev yapan kolluk kuvvetlerine zaman kaybından başka bir şey olmayacaktır. Gerekli mercilere konuya duyarlı olma hasebiyle dikkat edileceğini düşünüyorum.
Hulâsa , hem komşuluğa hem hukuka hem de toplumsal vicdana karşı işlenmiş sessiz bir zorbalıktır velhasılıkelam…