İlhami BULUT

Elazığlı Müellifler, Metin Önal Mengüşoğlu

İlhami BULUT

‘Elazığ kalemleri’ bu kez de mütefekkir bir şairi konuk edecek, birçok sanat ve bilim alanında temayüz etmiş bir şair ve yazarımız konuğumuz, belki de doğru söyleniş şöyle olmalı; biz konuk olacağız sayın şairimize; bu şairimiz Metin Önal Mengüşoğlu.

Mengüşoğlu; 17 Mayıs 1947 yılında Harput’ta dünyaya gelir; Maden, Diyarbakır ve Malatya’da ilk orta ve lise öğrenimini ikmal ettikten sonra; İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirir.

İstanbul’da sonra Bursa’ya yerleşen mütefekkir şairimiz hukuk diplomasının kendisine tanıdığı hakları kullanmayarak, geçimini ticaret yoluyla temin cihetine gitmiştir.

Lise yıllarından itibaren aktif olarak düşünce ve sanat hayatının içinde yer alır.

Birçok dergilerde yazıları yayınlanırken, yine bir kısım dergilerin yayınlanmasında kendisi bizzat görev alır.  

Başlıca dergiler; Bizim Külliye, Türk Yurdu, Deneme, Çile, Aylık Dergi, Kelime, Kriter, Fikir ve Sanatta Hareket, Dal, Varide, Umran, İktibas, Nida, Defne olmak üzere devam eder gider.

Bu şair ve yazarımız; şiir, hikâye, roman, deneme, inceleme dalında çok sayıda eser imzalamıştır.

Bu hamarat yazarımızın;

-Gavur Kayırıcılar

-Ben Asyalı Bir Ozan

-Hayatımın Bahanesi

-Müstesna Şair Mehmet Akif

-Düşünmek Farzdır

-Vahiy ve Sanat

-Havada Bulut Var

-Kimliğin Fotoğrafsız Yaprağı

-Dr.S

-Mağrur Öfke:Necip Fazıl

-Yerler Mühürlendi

-Kalbim Mühürlenmeden

-Bıçağa Basar Gibi

-Zihni Karışıklar İçin Alışkanlık Reçetesi

-Bir Kelime Mesafesi

-Endülüs –Espana Musulmana

-Harput Şehrengizi

-Öptüm Kara Gözlerinden

-Ağabeyime Mektuplar

-İstanbul Hikâyeleri

-Bilge Terzi: M.Said Çekmegil

-Sevda Söze Dönüşmez

İsimli eserleri mevcuttur.

Medyatik biri olmaktan uzaklaşan Mengüşoğlu ile Fatih Bütün’ün yaptığı söyleşiden.        

Gençtim. Nişanlım için bir şiir yazdım. “Kardeşime Mektup” namıyla kasetlere okundu, kendince ünlendi şiirim. Orada müstakbel (şimdiki)  eşime “başını bağlayıp düş ardıma” diyerek ömrümün en küçük cemaatini, fırkasını değil cemaatini kurdum. O cemaatin imamı idim.

Sonra çocuklarım oldu, onlar da katıldılar kervanımıza.      

Allah’tan başkasını Efendi edinmek, ona kul, köle, uşak olmak yahut bu temayülü yaratacak, ihtimalini doğuracak her tür davranış ve anlayışı izleme geride kalıştır ve şahsiyet katliamıdır.

Kalabalıklar arasında kaybolmaktan korkarak şahsiyet belirten, irade ve ihtiyarıyla Allah yolunda öne çıkan, fark edilen, kimliğini dil ile ikrar ve kalp ile tasdikle ibraz eden müttakiler inşallah zarara uğramayacaklardır.

Ben tefekkür eden bir sanatın satıcısı ve müşterisiyim. Evet, sanat hususiyettir, ilim değildir. Sonuçta ikisiyle de alakamız kalbin işletmesi sonucu doğuyor.

Benim literatürümde mütefekkir ile sanatkâr aynı kişidir.

Hele konu söz ve yazı sanatlarıysa birbirinden hiç ayrılmazlar. Ve yine mütefekkir akıl, sanatkârda gönül adamıdır türünden anlayışlar bana çok uzaktır.

Ve böyle bir durum mümkünde değildir, bence uydurmadır. Mütefekkir hassasiyeti neyse, sanatkâr duyarlığı da odur.

Düşünmeyen bir sanatkâr, hissetmeyen bir mütefekkir tasavvur edemiyorum. Belki böyle çarpık tipler fıtratını bozmuş muhitlerde bulunabilir.

Ancak onların sanat ve tefekkür faaliyetleri Kur’an tarafından övülmüş kalb-i selim sahiplerininkinden çok uzaktır.

Heva ve heves ürünü söz konusu faaliyetler eğer kaynağı doğruysa resul-ü ekremin dilinde birer “mide gurultusu” derecesindedir.

Yine Şuara Suresinde bahsi geçen yapmadıklarını söyleyen, yalan vadilerinde dolanıp duran o merdut şairler hiç Kur’an’la övülen “kalb-i selim” sahibi şairlerle bir kategoride sayılabilirler mi?

Şiir nedir?

Herhangi bir delile, karinaya, mucizeye ihtiyaç göstermeden bir idrak, seziş ve keşif hadisesidir şiir.  

Kendiliğinden, adeta hüda-i nabit bir aşılanma, döllenme sonucunda doğandır.

Şiir; bir şuur ediş biçimidir ki hissetme, ürperme, anlama ve kavramanın şimşek hızıyla çakması, yıldırım misali kalbe düşmesiyle belki anlatılabilir.

Ne yani hiçbir alt yapısı, arka planı yok mu? Tövbe. Elbette var. Ben bilkuvve olanı zikrettim. Bilfiil olana henüz geçmedim. Rafine edilmiş, damıtılmış hassasiyetlerin söylenmesiyle, terennümüyle yaratılır şiir. “Yaratılır” diyorum çünkü “kul fiilinin yaratıcısıdır” telakkisine yaslanıyorum.

Mutlak yaratıcı ve sanatkâr Allah’tır. İnsan sanatı ise elbet bu kerametli yaratığa ruhundan üfleyen Rab’bin ilhamıyla doğar.

Ta doğuştanlığımızdaki o ilham ile. İnsan sanatı tabiatı model edinerek gelişir, olgunlaşır.

Şiir, sanatlar arasında doğrudan söze yaslanması bakımından vahye en yakın mıntıkada bulunmaktadır.

O elbet vahiy değildir. Yani Resullere gelen vahiy’le yoktur bir alakası.

Ama onun da bir fısıltı yönü vardır. Şiirin yaprakları şuuraltından kalkan rüzgârın önünde göğe yükselir.   

Kanaatimce o yapraklar kalbin çaydanlığında fikrin ve zikrin müşterek ısısıyla demlenmeli.

O zaman insanlarda çarçabuk tiryakilik uyandıran bir iksire döner adeta.

Dönün bakın dünya edebiyat tarihinde yaşayan tüm şairler mütefekkir şairlerdir.

Şuara suresindeki söz konusu ayetleri doğru anlayabilmemiz için vahiy’in nüzul ortamını iyi bilmemiz gerekiyor.

Vahiy inmeden önceki cahiliye Arap toplumunda o dönemin medyasına tekabül eden panayır şairleri vardı.     

Bunlara ‘muallaka şairleri’ de deniliyordu. Ticari panayırlar döneminde Arabistan çölü canlanıyordu.

Her yöreden, her kabileden tüccarlar Mekke’ye dolup taşıyordu. Ticari canlanışın yanında toplumsal harç vazifesi gören, derin bir sosyal ihtiyaç olarak kim bilir kaç zamandır sürüp giden şiir okuma seansları, yarışmaları vardı.

Ticaretten arta kalan zamanlarında insanlar şairlerin okudukları kasideleri dinler, ruhen dinlenir, arınır tatmin olurlardı.

En yüksek itibara haiz yedi şairin kasideleri o yıl Kâbe duvarına asılmakla ödüllendirilirdi.

Araplar biraz da kelimenin kökünde mündemiç anlamlardan ötürü şairlerin görünmez güçlerden fısıltılar, ilhamlar aldıklarına inanırlardı.  

Her şairin bir Cin’i (görünmez, gaybi destekçisi)     olduğunu varsayarlardı. Onun için bu kasideler neredeyse birer kutsal metin gibi vecd içinde tekrar tekrar okunur ezberlenirdi.

Zaten toplumun yazılı bir geleneği yoktu. Hıfzetmek esastı. Panayırlar boyunca farklı kabileleri barış içinde alış veriş yapabilmeye hazırlayan da bu kutsanan şiir metinleriydi.

  Şimdi o şairlerin sihri neydi?

1.)  Görünmez varlıkların ilhamıyla söylenildiğine inanılırdı. Çünkü şiir yani şuur ediş, bir delil ve karine olmadan idrak ediş demekti.

Başkalarının delile ihtiyaç göstererek ancak kabullenebildiğini şairler delilsiz anlıyorlardı.

2.)  Şairlerin başkalarına göre daha erken kavrayışları onları yahut şiirlerini kutsallaştırmıştı.

3) Şiirler toplumsal bütünlüğü, barışı, insanları adeta hipnotize ederek, uyutarak sağlıyordu.

İnsanları zaaflarından yakalayan sözler, çarpıcı ifadeler, onların kalbine zerk ettiği sivri kelimelerle bir tür sarhoşluk hali yaratırdı.

Sarhoşlar da işlerini ve yaşayışlarını yavaşlatır, kimseye sataşma gücünü kendinde bulamazlar.

Panayırlar böylece sükunet içinde tamamlanırdı.

İşte tam o sıralarda aralarından bir adamın oğlu, davarları güden, kuru ekmek yiyen bir kadını ciğerparesi, içlerinden tanıdık bir sima çıktı.

Gayb’dan, bir haber getirdiğini söyledi.Şairlerden ötürü görünmezden haber bir haber getirenlere alışık olması gereken Arap toplumu bu kez farklı çok farklı bir tepki verdi.

Oysa gayb’la irtibatlı olduklarına inanılan şairleri sükûnetle dinliyorlardı. Fakat bu yeni haberciyi derhal ve acele yadsıdı, yadırgadı, yalanlamaya kalkıştılar.

 Ne olmuştu? Ne değişmişti? İşte inananlar ya bu yeni haberci de bu güne kadar işittiklerinden daha etkin ve keskin sözlerle gelmişti ya..  

 Hayır arada fark, bir fark vardı hem de önemli bir fark vardı.

Bu yeni söz, bu yeni haber insanları uyutmuyor, kendinden geçirmiyor, uyuşturmuyor hülasa sarhoş etmiyordu.

 Tam tersine bir mesaj taşıyordu.

“Ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar.”Diyerek insanları uyumanın aksine uyanmaya, dirilmeye, davranmaya çağırıyordu.

Sarhoşluğun gamsız, tasasız, sorumsuz büyüsünü bozuyordu bu haber. Onun için itiraz ettiler.

Toplumları uyutan ve uyuşturan, uydurma görünmezliklerle irtibat kurduğunu söyleyerek insanları avutan şairleri vahy’in önüne katarak süpürdüğü, kısa sürede cahiliye toplumunda da gardını düşürdüğü bir vakıa.onlar kınanmış şairlerdir.

 Bugün ki takipçileri de öyle.

Ama aynı ayetlerin hakkı söyleyenleri istisna tutan bölümünü de hatırdan uzak tutmayalım. Kim bilir onlar? sanatıyla toplumlarını uyaran onlara hayırlı uyanışlarda önderlik eden, hikmet erleri şairlerdir.

Toplumlarda, sözlü ve yazılı her dönemde var ola gelmiş bir fenomen.

Bütün zamanlarda en katı kalpleri bile titreten bir şiir, bir dize, bir türküden herhangi bir terennüm vardı ve var olacak.

Şiir söz sanatıdır. Kuşkusuz hiç okumayanlar da söz söyleyebilirler. Ancak okumayanlar yazamazlar.

Yazının hiç kullanılmadığı yahut çok az kullanıldığı dönemlerde ister istemez bir sözlü edebiyat geleneği oluşmuştu.

Bu da pek tabii bir gelişmeydi. Artık yazının hayatımızın her alanına vazgeçilemez bir ağırlıkta girdiği yeni zamanlarda, edebiyatın da yazıya ihtiyacı aynı vazgeçilemez orana ulaşmıştır.

Şiir artık söylenmiyor, yazılıyor. Şairin yazabilmesi de elbet okuyabildiği miktara orantılı bir biçimde etkinliğini artıracaktır.

Üstelik burada yalnızca yazılı bir metni okuyup geçmek de tek başına yetersizdir.

Şair hayatın, tabiatın sahifelerini de okumak durumunda hatta zorundadır.

Okumadan, yeterli birikime sahip olmadan orda burada yazıp çizen, yayınlayan kimselerin yahut okuyup dolaşan kimselerin yani işin sahtesini, kopyasını üretenlerin ömrü uzun olmaz.

Biz sahih olanı konuşalım. Model daima en iyiden seçilir.

Bence okumadan yazmak insanın üstesinden gelebileceği bir iş değildir.

Aşk olsun bunu başaranlara. Ama bilinsin ki rüzgâra söylenmiş söz gibi, suya yazılmış yazı gibidir onlarınki. Vesselam.”

“Takva, sıradan bir olmaktan korkarak sıra dışı olmaya çalışmaktır” diyen bu düşünce insanı,

Şair ve yazar; Metin Önal Mengüşoğlu halen Bursa’da yaşamını sürdürmektedir.

Ünlü bir şiiriyle selamlıyoruz..        

Kardeşime Mektup

Kolsuz ve düğmesiz ve sağ göğsünde bir rozet deliği olan Frenk gömleği,

Bekâr terleriyle sırılsıklamdı, hayata acemi erkeğinin,

Ah gülüm, onu kanla ıslatmayı becerdiğim gün artık ne esirlik ne zulüm,

Ne de gözlerimde sabah tuvaletinden arta kalan sabun köpüğü…

Kardeşlik, dostluk ve arkadaşlık

Bir sancının vücuda ilk girmesi gibi sıcak ve güzel bir şeydir sevgilim.

Çünkü ben onlarla geçtim gerçek bir buluşma olan namazın,

Kesin ve ödün vermeyen saflarından…

Sana döndümse şimdi ben, bütün eski sevgilerimi yığarak döndüm.

Yaşayamadıklarım yaşayabildiklerimden daha çok ve daha layıksa özlenmeye,

Sesim seninle daha gür, şarkılarım daha özgürse, bil ki;

Yaşayamadıklarımızı yaşanabilir kılmak için savaşmak,

Seninle bir menekşeyi koklayıp soldurmaktan daha güzeldir…

İsterdim öğrenmesin ta doğacak oğlum bile sana nasıl yandığımı.

Ben tırnağımla koparırken ta göğsümdeki kermeleri,

Doğacak çocuğuma emanet olsun öfkem, kılıcım ve heyecanım

Ve yüreğim soğusun diye sevgilim yüzüne bakıp susacağım.

Başını bağlayıp düş ardıma, sevgilim düş ardıma

Seninle bir adım daha yaklaştım, daha yaklaştım muradıma…

Ve ben diplomalarımı yırttımsa, bunun üstüne kılıcımı kınından sıyırdımsa

Kalleşliği bir hamlede yere vurdumsa

Savur gülüşlerini ne duruyorsun, konuş dillerin olayım,

Ağla dua et, çünkü hıncımda tazedir sevincimde

Çünkü tek sevda var şimdi içimde ''kavgamız'' ve saflarımızda senin yerin…

Nasılda dadanmış sarışın sırtlanları daha gömülmediğimiz mezara, şu küfürbaz kuşağın.

Nasılda tutmuş, kuşatmış yolumuzu, gölgesi arkadan vuranın, alçağın.

Lakin bir umut bulunur daima, bulunur elbet,

Çıkıp sıyrılmaya doğru açılmış bir bitmez umut.

Ki, inancın ve aydınlığın kapısı odur, odur başımızı dik tutarız,

Odur yenilmeyiz karşılaştığımız ilk tahakküme, ilk karanlığa, ilk tel örgüye…

Bizimde haberlerimiz vardır sevgilim ikimizin arasında

Bütün kardeşlerimizin başı bağlıdır ona.

Ve bizim, çünkü bizim haberlerimiz vardır sevgilim; sağlam ve sadık.

Tutunur dağ aşarız yardımıyla, tutunur bileniriz,

Tutunur silme insan olan künyemizi yar kılarız sevdasına…

Sana anlatacağım şeyleri kafamda toparlamadan daha,

Kundaklamaya çağırıyorlar karanlığın kalleş bekçileri,

Tam bir adım kala sabaha uyanıyorum…

Ben ürküntüyle uyanınca çalıyor zilleri kafamın içinde; iğrenç, utanmaz

O zaman koşup Kitabımızın sözlerine saklanıyorum.

Kitap beni itiyor alanlara ve kitap beni itince alanlara

Görsen yiğidin ne kadar cesur ve ne kadar atılgandır.

O zaman bir özge candır, vay hayran yiğidin bir özge candır,

Anasına layık oğul, çocuklarına baba ve sana sultandır...

Esmerim, güzelim, nazlı yarim,

Tam kumrular tüy düşürürken yere, şafak üzere

ve bizimkiler, Kitabın kavline göre ayaklanınca

Ko gideyim, ko ki serbestlesin zincirlerimiz,

Ko ki korkak, ko ki kaçak demesin kimse,

demesin yiğidine…..

Metin Önal Mengüşoğlu

 

*Şair bu şiiriyle, diplomasını yırtan şair olarak tanınır.*

Yazarın Diğer Yazıları