Ceza muhakemesi hukukunda tutuklama, niteliği gereği istisnai ve geçici bir koruma tedbiridir. Esas itibarıyla bir kişiyi cezalandırmak amacıyla değil, ceza yargılamasının sağlıklı şekilde yürütülmesini güvence altına almak amacıyla uygulanır. Ancak ne yazık ki uygulamada zaman zaman bu temel ilke göz ardı edilmekte, tutuklama bir ceza infazı gibi algılanmakta ve özellikle soruşturma aşamasında bir tür "ön cezalandırma aracı" olarak kullanılmaktadır. Oysa hukuki anlamda tutuklama, mahkûmiyet hükmüyle sonuçlanmamış bir süreçte, yalnızca kuvvetli suç şüphesi bulunan ve hakkında kaçma veya delilleri yok etme tehlikesi somut şekilde ortaya konulan kişiler için, son çare olarak başvurulabilecek bir tedbirdir. Kişi hürriyeti, Anayasa ve uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile koruma altına alınmış temel bir hak olup, tutuklama kararı ancak çok özel şartlar altında ve ölçülülük ilkesine uygun olarak verilebilir. Dolayısıyla tutuklamanın, şüphelinin cezalandırılması ya da kamuoyunu tatmin etme saikiyle değil, sadece ve sadece usul güvenliğini sağlamak için uygulandığı unutulmamalı, bu tedbirin doğası gereği olağan değil, istisnai olduğu her zaman göz önünde bulundurulmalıdır. Tutuklamanın Şartları Nelerdir? Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesi, tutuklama kararının hangi koşullarda verilebileceğini açık şekilde düzenlemiştir. Buna göre, bir kişinin tutuklanabilmesi için öncelikle "suç işlendiğine dair kuvvetli bir şüphenin" bulunması ve bunun yanında tutuklamayı gerektiren somut nedenlerin varlığı gerekir. Bu nedenler arasında, şüphelinin veya sanığın kaçma tehlikesi, delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme ihtimali, ya da tanık, mağdur veya diğer kişilere baskı yapma girişiminde bulunabileceğine dair olgusal veriler yer almalıdır.
Ancak bu noktada altı çizilmesi gereken iki temel unsur bulunmaktadır:
1. Kuvvetli Suç Şüphesi:
Tutuklama kararının dayanağı olan şüphe, basit bir iddia, duyum ya da varsayım niteliğinde
olamaz. Bu şüphenin, somut delillerle desteklenmiş olması ve mevcut delillerin kişinin suç
işlediğine dair ciddi bir kanaat uyandıracak ağırlıkta olması gerekir. Burada aranan, yalnızca
olayla bir ilgisi olabileceğine dair zayıf emareler değil; makul bir mahkûmiyet ihtimalini ortaya
koyacak nitelikte delillerdir. Örneğin görgü tanığı beyanları, maddi izler, kamera kayıtları,
dijital veriler gibi unsurlar bu kapsamda değerlendirilebilir.
2. Tutuklama Nedenleri:
Kuvvetli suç şüphesinin varlığı dahi, kendi başına tutuklama için yeterli değildir. Bunun yanında
kişinin serbest kalması hâlinde yargılamanın selametine zarar verebilecek somut tehlikelerin
de bulunması gerekir. Örneğin;
• Şüpheli hakkında kaçma veya saklanma eğilimi olduğuna ilişkin emareler varsa,
• Tanıkları etkileme, mağdurları tehdit etme ya da baskı kurma gibi girişimlerde
bulunabileceği yönünde deliller mevcutsa,
• Veya şüphelinin daha önce delil karartma ya da soruşturmayı engelleme girişiminde
bulunduğu tespit edilmişse,
bu durumlar tutuklama nedenlerinin varlığına işaret eder.
Ancak tutuklama nedenleri de soyut gerekçelere dayalı olarak ileri sürülemez. Her bir neden,
somut olay çerçevesinde, dosyada yer alan bilgi ve belgelerle gerekçelendirilmiş olmalıdır.
Aksi takdirde tutuklama kararı keyfîlik riski taşır ve Anayasa'nın 19. maddesinde güvence
altına alınan kişi özgürlüğü hakkının ihlali anlamına gelir.
Tutuklama "Son Çare" Olmalıdır Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Anayasa Mahkemesi (AYM) içtihatlarında açıkça ortaya konulduğu üzere, tutuklama istisnai nitelikte bir koruma tedbiridir ve yalnızca zorunluluk hâlinde, başka bir tedbirle amaca ulaşılamayacağının açıkça ortaya konulması durumunda uygulanmalıdır. Bu bağlamda yargı mercileri, tutuklamadan önce başvurulabilecek daha hafif nitelikli tedbirleri –örneğin adli kontrol, yurt dışı çıkış yasağı, belirli yerlere gitmeme, belirli kişilerle irtibat kurmama veya konutu terk etmeme gibi seçenekleri– değerlendirmeli ve neden bu tedbirlerin yetersiz kalacağına ilişkin gerekçelerini açıkça ortaya koymalıdır. Aksi halde tutuklama, amacı olan yargılamayı güvence altına alma işlevinden uzaklaşır ve kişi özgürlüğüne ölçüsüz bir müdahale aracına dönüşür. Hukukun temel ilkesi şudur: Tutuklama, en son başvurulacak tedbirdir (ultima ratio). Bu ilkenin göz ardı edilmesi, sadece bireysel hak ihlallerine değil, aynı zamanda kamuoyunda yargıya olan güvenin zedelenmesine de yol açar. Ne var ki, özellikle uygulamada katalog suçlar olarak tabir edilen suç tipleri söz konusu olduğunda, kimi yargı mercilerince suçun vasfı tek başına tutuklama gerekçesi olarak değerlendirilmektedir. Oysa Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesinde geçen katalog suçlar, sadece tutuklama nedenlerinin “var sayılabileceği” bir alan yaratır; bu durum, tutuklama kararının otomatikleşmesini veya gerekçesiz hale gelmesini meşrulaştırmaz. Her somut olayda, tutuklamaya konu eylemin özellikleri, delil durumu, şüphelinin kişisel ve sosyal durumu ile tutuklamadan beklenen yarar değerlendirilerek, şüphe ve tutuklama nedenlerinin gerçekten mevcut olup olmadığı ayrıca irdelenmelidir. Bu yapılmaksızın verilen tutuklama kararları, hukuki güvenlik ilkesine, masumiyet karinesine ve kişi özgürlüğüne ağır bir müdahale anlamı taşır. Neticede, suç tipi ne olursa olsun, her bir tutuklama kararı olaya özgü, somut, denetlenebilir ve ölçülü gerekçelere dayanmak zorundadır. Aksi takdirde, yargılama sürecinin güvenliğini sağlamak amacıyla öngörülen bir tedbir, bizatihi yargının güvenilirliğini zedeleyen bir hak ihlali aracına dönüşebilir.