Her şeyin sahteleştiği bir çağdayız. İnsanlar yalan söylüyor. Sevgiler, sevdalar yalan
söylüyor. Öyle bir zamandayız ki düşünceler, duygular yalan söylüyor. İnsanlar rol yapıyor,
sevgiler ezberden söyleniyor, sevdalar bile kendini kandırıyor. Düşünceler gürültüye karışıyor,
duygular maskeleniyor. Öyle bir zaman ki, hakikat bile kendini inkâr ediyor.
Zamanın baş döndürücü bir hızla akıp gittiği günleri yaşıyoruz. Kelimeler anlamını
kaybediyor, artık duygulara tercüman olamıyor. Belki biz bugünün insanları duygularımızı
ifade edecek kelimeleri kullanamıyoruz. Belki de onları öylesine tüketip boşalttık ki, eskilerin
o içli, naif, yürekten dökülen sözleri gibi değiller artık.
İşte tam da böyle bir anda, insanın imdadına türküler yetişiyor. Zaman değişiyor, mekân
değişiyor, insanlar değişiyor; ama türküler değişmiyor. Türküler, zamanın ötesinden gelen bir
sesle yüreğe dokunuyor. Onlar yalansızdır, yalnızdır. Ve bu yalnızlıkta insan kendini buluyor.
Çünkü türkü, insanın iç sesiyle konuşur. O ses ne rol yapar ne de kandırır. O ses, gerçektir.
Türkü, insanın içindeki en saf, en arı duygusunun sesidir. Ne süsler, ne saklar, ne de abartır.
Olduğu gibidir. Bu yüzden insana dokunur ve bu yüzden de zamana karşı tükenmeden kalır.
Neşet Ertaş’ın şu dizeleri, bu hissi en sade ve en derin haliyle anlatır:
“Zahidem kurbanım neyleyim felek beni,
Her sabah her akşam ağlatır gözlerimi…”
Bu türküdeki iç çekiş, zamanın hoyratlığına karşı bir direniştir. Bir ağıt gibi değil, bir
varoluş gibi söylenir. Çünkü türkü, insanın içindeki en sahici sesi yankılar. Ve o ses, hiçbir
zaman yalan söylemez.
Oysa biz, insanın sadece başkalarına değil, kendine bile yalan söylediği bir zamanda
yaşıyoruz. Ama türküler hiç yalan söylemiyor. Yalan söylemediği için de hiç eskimiyor. Çünkü
türkü, zamanın değil, insanın sesidir.
Türkü, bir annenin ninnisinde, bir âşığın siteminde, bir gurbetçinin hasretinde, bir
delikanlının sevdasında yaşar. Her ağızda başka tınlar ama hep aynı yere dokunur. Kalbe…
Çünkü türkü, bir milletin ortak hafızasıdır. Acının, sevdanın, özlemin, direnişin ve umudun
sesidir. Ve bu ses, ne kadar bastırılmaya çalışılsa da, bir yerlerden sızar, bir şekilde kendini
duyurur. Belki de bu yüzden, bir türkü duyduğumuzda içimiz ürperir. Çünkü o ses, bize
unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır: Kendimizi, kalbimizin derinliklerinde sakladığımızı,
dillendirmeye cesaret edemediğimiz duygularımızı. Ve o ana anlarız ki, biz aslında hâlâ insanız.
Hâlâ hissedebiliyoruz. Hâlâ ağlayabiliyoruz, hâlâ sevinebiliyoruz. Çünkü türküler hâlâ bizimle.
Ve de onlar hiç yalan söylemiyor.