Rıdvan AYDIN

 YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM 

Rıdvan AYDIN

“Yuva, Kobra iki üç!”

“Devam kobra iki üç?”

“Parola iki lütfen?”

“Arıburnu, Anafarta!”

“Anlaşıldı, kesiyorum!.. Kobra kol, birazdan yüksek voltaja dönüyoruz!”

“İki!..”

“Üç!..”

“Dört!..”

İt ya da köpek dalaşları, Hava Muharebesinin velhasıl-ı kelam faslıydı. Yürek ve bileklerin bilimsel taktik manevralarla harmanlanarak, ölümle girişilen Azrail dansıydı. Kapışma anlarında karşı kokpitteki hasmının psikolojisini okuma, niyetine anında önlem koyma becerisiydi. Hasmın silah gücüne bakılarak, kanat altlarından bırakılacak ağır faturalı güdümlü füzelerden vazgeçmek, avın ya da avların öne düşürülerek, makineli toplarla indirilme pozisyonunu bir an önce yakalamak sabrıydı. Üstelik dalaşın tüm aşamalarında, vurulmayacak pozisyonlarda kalabilme matematiği, trigonometrik oyun kurmalara bilimleşme, karşılıklı şeytanlaşma stratejileriydi. Bilinmez ki adına neden şeytan dalaşı denmemişti? Oysaki Azrail’le göz göze o anlarda, beyin contalarından adeta dumanlar çıkar, zekâ türbinlerinden dişli sesleri gelirdi!.. Barış zamanlarının Av Önleme filolarında gökler; kopacak kıyametin dünyevi girişiydi. İkili; üçlü; ya da dörtlü; hatta bazen altılı, gök uçlara tırmanmış savaş pilotları; oralarda kırmızı (düşman) ve mavi (dost) kuvvetler olarak ayrılır, ölümüne dövüşen gladyatörler gibi kıyasıya birbirlerine girerlerdi. Barışın, savaşır gibisiyle gökler arenasına dökülmüş terlerin eğitim bereketi, savaş zamanlarının hele bir de yurt sevdasıyla karıldı mı, olacakların değme keyfineydi!.. İt dalaşları… Hava-Hava… Hava-Deniz… Hava-Yer atış sahaları; hatta kötü hava koşulları, savaş pilotlarının sınav alanlarıydı. Bazen it dalaşları ve atış sahaları aynı zamanda askerî olanakların, teknolojik yetenek ve kapasitesini test etmelerin de er meydanlarıydı. Hatta hatta sebep olunmuş ekonomik krizlerin, patlayan rekor işsizliğin, siyasi beceriksizliklerle hortlayan iç ve dış problemlerin; üretilen askerî gerginliklere gizlenme şeytanlığı; bazen de az laf çok iş gövde gösterileriyle düşmanda psikolojik üstünlük sağlama caydırıcılığı olabilirdi!..

Savaş pilotları için anarşistle, teröristle, dış hainle dalaşmak, bir buton ya da tetiğe basmanın kolaylığı mesafesindeydi. Alaşağı etmek, bitirmek dert değildi! Milletine yurduna yürekten adanmışlık devlet yeminli kutsal görevleriydi. Zaten öylesi günler için yetiştirilmişlerdi. Üstelik göklerin düşmanlığı mertti, görünürdeydi. Ben buyum, buradayım derdi! Olmayası doğaları gereği, düşmanın düşmanlığı, küstahın küstahlığı beklenendi, epey netti. Ağırına gitmiyor, kanına dokunmuyordu savaş pilotluğunun. Asıl dert; yurtseverlik, din severlik, ırk severlik maskeleriyle emperyalizmin koordinatlarına sızarak gizlenmiş, süzme dâhili ihanetin; yazılım ve donanımı trolist imanlı yeryüzü hainleriydi… Atatürk’ün gençliğe hitabesinden, adeta ete kemiğe bürünerek fırlamış öylesi “dâhili bedhahlar”(düşman) ve omuzdaşları gücendirici, kahrediciydi. Aynı göğün altında, şu şehitler diyarının havasını solumak; yurdunun yaşama bedeline, canlarını her an vermeye hazır savaş pilotları için azap vericiydi!..

Yzb. Serhan’daki anıların buğulu seyri, Elazığ’ın insanlık değerlerinden dört yurtseveri, hatırasının puslu anılar galerisinden geçiriyordu. Hüsamettin Kaya Bey; Elazığ Halk Oyunlarının saygın kaynaklarından biri, yörenin sayılı başvuru kütüphanelerinden, kültürel donanım hafızasıydı. Zekeriyya Bican Bey, mürekkebine Harput kattığı değerli kalemiyle Diyar-ı Elazığ’ın duyarlı şairlerinden, gerçeklerin adeta bir vakanüvisi (tarih kaydedici), araştırmacı yazarlığın vicdan hakkaniyetiydi. Mehmet Turhan Bey ise dürüstlüğün faziletli zirvesi, şeffaf dostlukların vefalı töresiydi. Abisi Bahri Turhan Bey gibi dost bildiklerinin, paslı hançerleriyle sırtından epey hançerlenmiş dolgun yüreklerin, olgun dobralığına yöreliydi. Hayırsever her ikisi de rahmete varmış hakşinas babalarına benzerlerdi. Cennet mekân Hacı Bedri ağa, Yzb. Serhan’ın da içtenlikle sevip saydığı; yüreği ortada, gölgesi ağır, otoriter bir şahsiyetti. İlk bakanına verdiği resim sert çizgiler barındırsa da taşıdığı abidevi yürek, merhametin şefkat memleketiydi… Serhan, o vakitler üsteğmendi. Yıllık izninde olduğu bir gün, Hacı Bedri ağayı gene ziyarete gitmişti. Hatta o gün, milli ve manevi değerlerin engin yüreği Mehmet Bey, coşkulu bir iklimle muhabbetin seyrini, Çanakkale’ye yönlendirmişti. “Yahu ağabey hep aklıma takılıyor!.. Okudum ki Japonlar; edep, adap ve yurtseverlik öğretecekleri tüm ilkokul yavrularına, Amerika’nın atom bombasıyla iki yüz bin masumu katlettiği, Hiroşima ve Nagazaki’yi gezdirirlermiş. Biz neden çocuklarımızı Çanakkale-Conkbayırı, Dumlupınar-Sakarya’lara götürmüyoruz?.. Oralardan öğreneceğimiz çok şey var!..” demişti. O küçük yaşına büyükçe sığdırdığı, yerinde duramayan yüreğiyle hayattan tespitleri nasıl da bilgeceydi!

Ütğm. Serhan ta o günden gördü ve anladı ki vatan millet sevdasıyla yurduna sadakatin, şühedaya, gazilere vefanın; yüksek burçlarına ilelebet çektiği ay yıldızlı bayrak, Mehmet’in inançlı yüreğinde hep Mehmetçik dalgalanıyordu…

Dünya kayıtlarını dürüstçe tutanlar, insanlık tarihini hakşinas bir vicdanın, yaşanmış bilimsel belgeleriyle kayıtlayanlar bilirler ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, işgalci saldırılarla değil, topyekûn bir savunma gücünün, mucizevî kahramanlıklarıyla Atatürk önderliğinde inşa edilmişti. Kendi toprağı için meşru müdafaa bedelini kuşak kuşak bir ağırca ödemiş, her karışı şehit kanlarıyla karılmıştı. Her bir yandan uğradığı harami saldırılarda, muharebe meydanlarına kaptırdığı üç kuşağını, Kore Savaşı hariç, kendi topraklarına gömmüş; dünyada Atatürk itibarlı mazlum ülkelerinden biriydi. Kürenin sömürgen ülkeleri ya da siyasileri gibi masum yerlileri katleden, sömürecekleri yörelere kan ve acı götüren gayri meşrulardan değildi. Ki bu yüzden galakside yaşama hakkı en fazla olması gereken devletlerden biri, bu kendi topraklarına yeniden doğmuş; göklerinde pervasızca dalgalanmayı en hak eylemiş bayraklardan biri; O buraların ay yıldızlı olanıydı. Gezegen haritasının bir diğerinden alacaklı, masum ve mazlum coğrafyaları gibi O da devranın, “ekmeklere kan doğramış” sömürgeci İtilaf Devletleri’nden insanlık alacaklıydı… Hala olduğu gibi!..

Yaratılış genlerinden mi nedir (?) yaşattığı “bir varmış bir yokmuş” kadrajları, vefasız zamanın kalımsız dünyasında eskiterek, sizi size izletmeleri, yaş aldıkça çok seviyordu hayat! Köhnemiş anların, elinizde kalabilmiş karelerini, hafıza ekranlarınıza bir bir düşürür, uzakların sisli anılar diyarını bazen sevinç bazen hüzün iklimleriyle gezdirirdi…

Sol önlerindeki Limni Adası’nın Mondros Limanı; Yzb. Serhan’ın yüreğinde tarihi bir ağlatının, için için işleyen yarası gibiydi. Takvimler 30 Ekim 1918’di… O liman ki kaç zamandır sularına demir atmış Agamemnon savaş zırhlısını ağırlıyordu. Güvertesi, Türk İslam tarihinde olduğu kadar; Dünya tarihinin de gelmiş geçmiş en büyük imparatorluklarından, altı yüz yirmi dört yıl hükümran olmuş Osmanlı’nın, bir gecede tümden bitirildiği yerdi. Bu kindar Yunan zırhlısı, fesat yüreğinde imzalanmış anlaşma gereği hemen 13 gün sonra, 13 Kasım 1918 ve akabinde 16 Mart 1920'de; İngiliz, İtalyan, Fransız donanma filolarına da katılacak, onlarla birlikte artık komadaki Osmanlı’nın, başkenti İstanbul işgaline de iki kez haramilik edecekti. İlk işgalde Dolmabahçe ve Topkapı sarayı önlerine, “73” savaş gemisi demir atıp üşüşecekti. İşgal ancak “5” yıl sonra, Kurtuluş Savaşı’nın abidevi kahramanlarından, Şükrü Naili Paşa komutasındaki 3. Kolordu birliklerinin, 6 Ekim 1923’de İstanbul’a girmesiyle sona erebilecekti. Eğer tarih geri getirilebilseydi Yzb. Serhan, Mondros Limanı’ndaki şu zırhlıya hemen şu an ne yapacağını çok iyi biliyordu. Bilmesine biliyordu da olmuşu olmamışa, bitmişi bitmemişe, geçmişi geçmemişe evirmek, Âdem soyunun çoklarca çaresizlikleri arasındaydı!..

Sağ önlerinde, hayatlarının baharını karakışlar bürümüş yüz binlerce körpe can; Çanakkale’de tarih yazmış yurtseverlikleriyle söylencelere konu, romanlara içerik, şiirlere mısra oluyorlardı. Dahası, destanlara kahraman; tiyatrolara replik; insanlığa sufle (unutulmuşu fısıldama) veriyorlardı... Yzb. Serhan, uçuş kaskının vizörünü kaldırıp, ay yıldızı nakış nakış işlenmiş Atatürk armalı filo fularıyla gözlerini sildi... Gerçek dindarlık ya da vatanperverlik destanının ne demek olduğunu bilmeyen dünyalılar; sahte tarih üretmeyi iman eylemiş, cahiliye döneminin günümüz Ebu Cehillerine değil (!) Connkbayırı-Arıburnu; Sakarya-Kocatepe’ye baksın!.. Kaldı ki görebilene tarih, asla sahtenin değil; asaletli gerçeklerin tüm dünyaca belgelenen bilimiydi. Güçlüden yana olması da asla mümkün değildi! Hani nerde devran-ı saltanatın, o inşa ettikleri sayısız hapishaneleri, döktükleri oluk oluk kanlarla Hitler geni illetin felaket iblisleri? Sahi nerde, hem resmi hem insanlık tarihinin en kötüler hurdalığına fırlatılmış, harami güç zehirli ihanet makineleri!..

 Küresel ve yöresel faillerin talanlı ganimeti, gizli anlaşmalarla paylaştıkları diyarlarda; özellikle bilim, kültür, sanat, hatta okuma seferberliği, ezcümle insana yatırım asilliği, bilinçli bir şekilde hep göz ardı edilirdi. Kesin tarih bilinmemekle beraber, yaklaşık 4,5 milyar yıllık bir gezegende, “2” yüz bin yıldan beri biz insanlığın hala evirilememiş olması, ne yaman bir çelişkiydi! İlletli çıkarlar ilkelliğiyle öldürmeyi, öldürtmeyi, gömme törenlerini iyi yapıyorduk da sahip çıkma, dulda olma, yaşatma yüceliğini, hala pek beceremiyorduk gibi! Hele ki kendimizi, hatta yakınlarımızı koruma altına alınca; hele bir de mikrofon ya da kamera bulunca; öylesine saygı-minnet, öylesine şükran-rahmet, öylesine fiyakayı azametle anıyorduk ki şehit ve gazilerimizi!.. Ya biz İslam âlemi (?) Evelallah ipi açık ara göğüsleyenlerdendi! Tekmil Şüheda’mızın Hüsn-ü Şahadetlerini alimallah eksiksizce yapıyor, hatta imam her “helal ediyor musunuz?” diye sorduğunda, hep bir ağız haykırır, “helal olsun!” güzellememiz yeri göğü inletirdi!.. Peki, bizlerin insanca yaşama bedeline fedakârca canlarını verdikleri mazlum yurdumuza; günahkâr menfaatlerle birbirimize; insanlığa; hatta dünyaya yaptıklarımıza, öteki boyuttan tanık olabiliyor, ya da duyumsayabiliyorlarsa onlar da bizi helal ediyorlar mıydı?..

Bir görkemle kasılıp şişinerek “Elhamdülillah Müslüman’ız!” demesine diyorduk! Demek kolaydı

ama Kur’an’i İslam, siyasi ya da tüccari karnavalcılık dini değildi! Tekmil âlemlerin yüce Rabbine adaletle, akılla yürekten mihraplaşma; ahlâkla-insanlıkla, merhametle-vicdanla helalleşme; gönülden kıbleleşme diniydi… İslami diyarların bir yerlerinde eylem-söyleme, öz-söze, köz-töze uymuyorsa, biline ki oralarda İslamcılık oynanıyordu. Oralarda kimsesizlik açlık sınırına yol alırken, milli veya manevi değerlere tüccarlaşan küresel güdümlü sultanlıkların, yüzyıllardır şaşaayla hortlamaları, bilinmez ki hangi İslam’la bağdaşıyordu? Oralardan fışkıran kara cehaletin uydurulan Taciri veya Emevi Müslümanlığı; milletin parasıyla millet kurumlarında mevki, makam, servetler inşa ettirmiyor değil mi? Öylesi bir inanç şekli; indirilen Kur’an’i ve Muhammed’i Müslümanlığa; kurduğu saltanatların şeytani pusularıyla günbegün yara açmıyor, kan kaybettirmiyordu öyle mi?.. İslam’a yapılanın bir diğer sürümü; Atatürk’ten uzak Atatürkçü geçinmelerin, cennetmekân Atatürk’e ihanetini andırıyordu. Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşabilmelerin bilimsel doktrini; liyakatle kalkınmanın, huzurun, refahın mutlak garantisi, Atatürk ilkelerini bireysel çıkarlarına yükleyenler, Atatürk’e zarar vermiyorlardı he mi? Milli ya da manevi değerleri, her kim ki şeytani emellerine kullanmıştıysa yüzlerinin asla gülmediğine, kutsal din kitapları uyarırken, keşke görülebileydi ki tarih de şahitti…

Kara cehaletin bağnaz karanlığında ya da egemen furyalardan nemalanma oynarlığında değil; sandık ahlâkının bile ibadet olduğunun, hesap günündeki Hakk’a duyarlı doğruluğunda olmaktı Muhammedi Müslümanlık! Kinini din, şeytaniliği ilim eylemiş partizanlığın siyasal ayırımcılığıyla değil; hukuksal adaletin liyakatli terazisiyle vatandaşa, yurduna, insanlığa ayırımsız hizmet edenleri hakça görebilmek; çıkarsız bir vicdanla destekleyebilmekti Kur’an’i İslam’la gerçek insanlık! Milli ya da manevi değerler çerçiliğiyle liyakat düşmanlığı yapanlara; inanç siyasetiyle toplumu çürütenlere; kirli alkış ya da “dilsiz şeytan” olmak değil; doğruyu, hakikati konuşmak, yanlışları eleştirel uyarmaktı yurtsever vatandaşlık!

Partizanlık felaketiyle kavrulan coğrafyalarda, hak hukuk mağdurları tutunacak bir dal dahi bulamıyorsa; Liyakat sahipleri hakkı olana bile ulaşamıyorsa; oralarda cehalet hükümdarlık kurmuşsa; hangi Müslümanlık, hangi İslamlık?.. Torunlarımızın geleceklerini dahi karartanları, çıkarsal kirliliğin niteliksiz-fanatik sadakatiyle yüceltmek-övmek değil; yanlışların suç ve günah yardakçısı olmaksızın, ayıplamak-yermekti… İnsafına ipotek koydurmamak, vicdanını kiraya vermemekti, gerek gerçek vatanperverlik, gerekse hakiki dindarlık! Sabıkalı menfaatler uğruna bizim mutluluğumuz başkalarının kâbusu oluyorsa, birilerinin içini yakıyorsa kazancımız; hangi din hangi mezhep, hangi imanla inanmışlık, sahi nasıl insanlık?..

Siz, milli veya manevi değerlere siyasi ve ticari tahtlar kurup; bulundukları diyarları ya da dünyayı cehenneme kanırtanları… Sayınları hain, hainleri sayın yapanları… Ekonomik krizler bunaltısında ekmeksiz aşsız bırakıp, nerdeyse gülmeyi bile elimizden alanları; yurtsever ya da dindar mı sanıyorsunuz? Sahi siz Allah’la kandırarak, inançların masum kutsiyetini hırpalamaları… Örgütlü cehaletin suç ve günah ortaklığına, bilinçli ya da bilinçsiz omuzdaş olmaları, bir tövbeyle İlahi adaletin affedeceğine mi inanıyorsunuz? Peki, Hucurât Sûresi 16ncı ayet “Siz Allah'a din mi öğretiyorsunuz?” demiyor muydu?.. Sahi biz Allah-ı Azimüşşân’ın, Kur'ân-ı Hâkim vicdanını mı öğrendik, yoksa sadece Arapçasını ezberleyip ya da dinleyip-dinleyip, aliyyülâlâ (en üstün) çıkarlarımıza mı tasdik ettirdik?.. Hatta biz, “Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Günah kazananlar, yaptıklarının cezasını çekecekler!” ahlâkını savunan, En’âm Suresi 120nci ayet’e mi iman eyledik, yoksa bu ayete de işimize gelen anlamlar mı yükledik!..

Zamanın ruhunu kirletenlere karşı; Fâtiha Sûresinin 6ncı ayeti, Sırat-ı Müstakîmin (apaçık ve dosdoğru)nun sadece bir tane olduğunu, Tevbe Sûresinin 119ncu ayeti ise “özü-sözü doğru olanlarla beraber bulunun” onurunu, bizden talep etmiyor muydu? Demekti ki Kur’an’i İslam’da temel ilke; hak, hukuktu, insani değerlerdi. Emperyalist projelerin sancıdan kıvransa da bulaşamadığı adaletti…  Küresel projeler sızmasıyla siyasi oksijeni, hukuksal hukuk olmayan diyarlarda hileli iltimas, kayırımcı ayırımcılık sultanlık kurardı. Oralarda dindarlık veya yurtseverlik taklidiyle partizan liyakat katliamı, cehaleti ödüllendirilme suikastı, iftiran yalanlar simsarlığı tavan yapardı. Milletin de devletin de uluslar arası itibarına günbegün iri hasarlar bırakılır; resmi, siyasi ve toplumsal diplomaside yalnızlaştırılırdı. Bir böylece, kayıtsız şartsız milletin olan egemenlik de... Mülkün temeli kutsal adalet de... Sadece levhalarda bırakılır, içten içe devlet öldürülürdü. Oysaki Nisa suresi 135nci ayetin “Kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhinde bile olsa adaletli olun!” öğretisi, hem ilahi hem evrensel hukukun, yüceler yücesi hassas terazisiydi.…

Seçimlerde siyasi vicdanla değil, akli vicdanla oy kullanmanın dahi “Bas’u ba'de'l-mevt”te (yeniden dirilme) vatandaşlık, insanlık, hatta kul hakkıyla sorulduğunu…

Henüz doğmamış kuşakların geleceğine bile ahlâki mecburiyetimiz olduğunu… Kur’an-ı Azimüşşan’ın “Ey akıl sahipleri akledin, aklınızı kullanın!..” ayetleriyle akledip, vicdani muhasebesini sahi yapabiliyor muyduk?.. Yoksa ihtiraslarımızı çıkarlarımıza; günahlarımızı dualarımıza; vicdanlarımızı cüzdanlarımıza sıkıştırıp, uhreviyyat bayiliği yapa yapa, dünyevi hesaplarımızla mı hareket ediyorduk?.. Oysa İsrâ Suresi 71nci Ayet’in özü “Seçtiklerinizle yargılanacaksınız!” demiyor muydu?..

Dünya sınavının evlat yarasıyla yaman kavurduğu cennetmekân Kanuni Sultan Süleyman; Sarayında Hasbahçe’nin çok sevdiği bir ağacına, günden güne karıncalar üşüştüğünü görüyordu. Üzülerek de olsa artık ağacı keseceğini, Şeyhülislam Ebussuud Efendiye soruyordu. “Dirahta ger ziyan etse karınca, ziyanı var mıdır anı kırınca?” Şeyhülislam; “Yarın Hakk’ın divanına varınca, Süleyman’dan hakkın alır karınca!” diyerek cevaplıyordu…

Kalımsız devranın vefasız zamanı, almış başını kıyasıya gidiyordu. Hakk’ın divanına varışımız; neredeyse ışık hızıyla yaklaşıyor, bilinmez ki nerde nasıl, ansızın “bir varmış bir yokmuş” soluyordu? Velhasıl, hakkı hakka hakça tartan vicdan terazisiydi, Vahyi Kelâmullâh’ın Müslüman; İslam’ın (İnsanın), insana insan diyebildiği…

Hiç değilse ara sıra kendimizle hesaba oturmamız; aklımızdan çıkmasın umuduyla dünya dualarımız, insaniyet pusulamız, hakkaniyet vicdanımız olsun!..

Not: Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

 

 

Yazarın Diğer Yazıları