İSLAM'IN TEMİZ YÜZÜNÜ KİRLETENLER
Kemalatın zirvesini tutan İslamiyet'in düşmanları her çağda farklı farklı olmuştur
Kemalatın zirvesini tutan İslamiyet’in düşmanları her çağda farklı farklı olmuştur. Felsefe’nin öne çıktığı inkar ve nifak çağı olan son yüzyılda İslam’ı yeryüzünden silmek veya etkisizleştirmek için türlü komiteler çeşitli planlar ve desiseler tezgahladılar. Daha önceki çağlarda Haçlı seferleri veya öteki askeri taarruzlarla Türk Milleti’nin şahsında İslam’a maddi savaş açanlar artık fen ve felsefe silahı ile donanmış olarak hücuma geçerek İslam dünyasına üstünlük kurdular.
Bu üstünlük kurulana kadar Bin yıl boyunca İslam’ı içine düştüğü buhrandan Ortadoğu’ya girerek kurtaran Türk Milleti yüzyıllarca İslam’ı hakiki manada temsil etti. Hatta Batı’da Türk ile İslam dini neredeyse aynı anlamda kullanılmaya başlandı. Türkler bu temsiliyet vazifesini Kur’an’ı sahabenin idrakinde tefsir ederek ve algılayarak yerine getirdi. Bundan dolayıdır ki İslam’ın hakiki yüzü olan Adalet ve Hoşgörü ile hükmederek idareleri altında gayri - Müslimleri de yüzyıllarca sorun çıkarmadan yönettiler. İslam’ı anlamaları ve uygulamaları da bu yöndeydi. Hatta ilk Müslüman oldukları Maveraünnehir dolaylarındayken İmam-ı Azam ve Maturidi mezhebine anında iltihak ettiler. Akla önem veren “Rey Ekolü”nü temsil eden bu fıkhi ve itikadi ekol sayesinde İslam’ı yaymaları ve benimsetmeleri de son derece kolay olmuştur. Göçebelik de eklenince “Cihad” faaliyetlerine de dinamik bir yapı kazandırdılar. Hatta aralarında Cihad faaliyeti islamın şartı olarak kabul ediliyordu. İslam’ı algılayıştaki bu enginlik dolaysıyla Türkler arasında bir sünnet olan ve Hakikat-ı İslamiye’nin kalbi yönünü temsil eden Tasavvuf ekolleri de gelişmeye başladı. Maveraünnehir ve Buhara’dan akın akın Anadolu’ya gelen Tasavvuf erbabı ve Yesevi ocağının dervişleri buranın İslamlaşmasında büyük roller oynadılar. Rum ve Ermeni nüfusunun bulunduğu Anadolu’nun İslamlaşması kılıç zoru ile değil bu Alperen ruhlu ve tasavvuf erbabı dervişlerin eli ile olmuştu. Sonraki asırlarda Osmanlı’nın eliyle bu dinamizm Balkanlara ve Avrupa’nın ortalarına kadar taşındı. İşte yeryüzünün bu hoşgörü asırlarında onlarca Tasavvuf ekolü büyük bir ahenk içinde İslam’ın temiz ve hakiki yüzünü temsil etti. Edebali’nin müridi Osman Bey’den Bektaşi Yıldırım Bayezid’e kadar İbni Arabi’nin mesleğine intisab eden Yavuz Selim’den Mevlevi padişahlara kadar Maddi cihad devrinde bile tasavvuf üst düzeyde kabul gördü. Hatta payitaht İstanbul’da yüzlerce yerde fışkıran Tekkeler ehli İman için bir istinadgah olmuştu.
İşte bu hoşgörü asırları Fen ve Felsefe tasdigerutuna ve maddiyata dayalı Medeniyet taarruzu ile günümüze kadar bir daha düzelmeyecek şekilde bozuldu. Batı en tesirli silahları ve siyasi desiselerle İslam’ın ve onun asri temsilcisi olan Türk Milleti’nin üzerine çullandı. Bir baştan bir başa İslam coğrafyası esaret altına alındı ve Dünya savaşlarına kadar buralar doğrudan sömürgeciler tarafından yönetildi. Dünya savaşlarının yıkımı ile birlikte Batılı sömürgeciler İslam coğrafyasını daha kolay yönetmek ve zenginliklerini daha rahat el koymak adına yeni stratejiler belirledi. Bu amaçla İslam dünyasındaki yorum farklarından ileri gelen mezhebi ve itikadi yorum ayrılıklarını derinleştirecek çatışmaların çıkması için uygun zemini hazırlayarak idareleri işbirlikçilerine teslim ederek çekildi. Batı üniversitelerinde bu amaca yönelik fikri ve ideolojik altyapıyı hazırlayan oryantalistler “İbni Teymiyye” adlı Selefiliği ilk defa sistemleştiren bir ismi keşfettiler. 13. Yüzyılda Moğol istilası çağında yaşamış ve dönemin acımasız Moğol katliamlarına şahid olmuş bu isim İslam’ı son derece katı bir anlayışla tefsir ediyordu. Delil olarak icma ve kıyas yöntemlerini reddediyor İbni Arabi’nin şahsında tasavvufa savaş açıyordu. Ona göre tasavvuf halkı miskinleştirmiş ve itikadi sapıklıkları yüzünden Moğol istilasını netice vermişti. İbn-i Teymiyye zamanının şartları içinde aşırılıklara şahid olması yönüyle belki haklı olabilirdi. Ama bu doktrin islamı daha sonraki yıllarda siyasileştirecek ve dar kalıplar içine hapsederek iç kavgaların önünü açacaktı. İbni Teymiye’yi ilk uygulama sahasına sokan ise İbn-i Abdülvehhab oldu. Tasavvuf erbabını “tekfir” eden bu sert yorum son derece tabii olarak Arap yarımadasında Mescid-i Nebevi’de Resulullah (asm)’a saygısızlık yapacak kalp kasavetine ve anlayış eksikliğine sahip olan bedevi ve harici zihniyetinin torunları olan aşiretler içinde taraftar bulacaktı. Nihayetinde Emperyalizmin de kuvvet vermesiyle Suud ailesi bu doktrini devletleştirmeyi başardılar. Artık İslam dünyasında temsiliyet vazifesini gören hoşgörü Medeniyeti’nin temsilcileri Türkler tarih sahnesinden çekilmişti.
Sovyetlerin 1990 yılında çökmesi ile birlikte Batı sömürgeciliği ve fesad komiteleri doktrin değişikliğine giderek yeni düşman olarak İslamiyeti hedefine koydu. Aslında yeni olan birşey yoktu. Yeni dedikleri şey yeryüzünde çeşitli tecdit ve ihya faaliyetleri ile yükselişe geçen islamiyeti toplumlarına kötü gösterip karalayarak bunun engellemeye çalışma isteğiydi. Zira, Bin yıllık tecrübeden biliyorlardı ki İslam’ın hakikatları onu hoşgörülü yüzüyle hakiki manada temsil edecek Millet ile buluştuğunda bu gücün önünde ne kendileri ne de çürümüş Medeniyetleri durabilecekti. Bu amaçla yılardır inceledikleri ve tanıdıkları Selefi doktrin temelli oluşumları harekete geçirdiler. Buradan “el-kaide” gibi örgütler doğdu. Maddi yardım ve yabancı istihbarat desteği ile İslam’a içeriden tarihte olmadığı kadar zarar verebilecek eylemler ve isimler türemeye başladı. Amaç aslında İslam olmayan bu katı doktrinle kurulmuş örgütlerle yükselen İslam’ı halkların gözünde korkunç göstermek ve ona olan yönelişi durdurmaktı. Bu proje aralıklı olarak kesintili devam etse de son üç yıldır “IŞİD” denilen örgütle zirveye tırmandı. Dünya artık toplu intihar eylemlerini, sözde İslam adına kesilen kafaları, benzin dökülüp hunharca yakılan bedenleri ve yüksekten tekme vurularak atılan insanları canlı kayıtlarla izlemeye başladı. Bu korku ve terör dönemi bir algı projesiydi. Hem İslam’ın temiz yüzüne kara çalınacak hem de bir baştan başa Ortadoğu İslam coğrafyası kargaşa ve kaostan kurtulamayacaktı. Ayrıca “tekfir” hastalığı bir veba gibi İslam dünyasına bulaştırılmaya çalışılacak ve önü alınamayan kavgalar ve katliamlar üretilecekti. Doğrusu bu algı yönetiminde şimdilik başarılı da olundu diyebiliriz.
Peki çare nedir? Evet insanlık topyekün yeniden barışa muhtaç haldedir. Bir dünya barışı tesis edilmek zorundadır. Halihazırda çatışma karakteri ve genleri yüzünden Batı Medeniyeti’nde bu potansiyel bulunmamaktadır. Bin yıllık deneyimi ile ve ilme hürmet anlayışına sahip tasavvuftan gelen hoşgörü tecrübesi bulunan, Kur’an’ı sahabe idrakinde anlayan, bidatlere yaklaşmayan, Sünneti ve Al-i Beyti kendine rehber edinen aşırılıklardan uzak “sıratı müstakim” üzere olan Anadolu insanı ve Türk Milleti’dir. Bu potansiyel geçmişte bir medeniyeti zirveye taşıyan bu millettedir. Türk İslamı aşırılıklara kapalı ve evrensel değerler olan demokratik telakkileri özümsemiş ve ümmeti kucaklamaya yatkın dinamizmi ile bu yüzyılda yeniden “ilmi cihad” doktirini doğrultusunda “temsiliyet” vazifesini üstlenecek ve dünya barışını tesis edecektir.