İRADE VE DAVA INSANI OLABİLMEK
Büyük bir İmparatorluğun adım adım kurtlar sofrasında paylaşılarak yıkıma uğratıldığı ve bin yıllık İslam'ın yıkılmaz burcu olmuş bir Milletin, Dini Diyaneti, Ahlakı adına mu
Büyük bir İmparatorluğun adım adım kurtlar sofrasında paylaşılarak yıkıma uğratıldığı ve bin yıllık İslam’ın yıkılmaz burcu olmuş bir Milletin, Dini Diyaneti, Ahlakı adına mukaddes bildiği ne kadar değeri varsa yerle bir edildiği günler veya edileceği günlerin eşiği...Doğu’da en uçta bir vilayette resmi görevliler nezaretinde bir konvoy birkaç hafta sürecek bir yolculuğa çıkıyor. 1925 yılının Soğuk bir Şubat günü...O tarihte patlak veren bir İsyan gerekçe gösterilerek güvenlik tedbirleri gereği Van’dan yola çıkan bu kafile, Güncel tabir ile “makul şüpheli” görülen, bölgenin nüfuzlu şahıslarını Batı’ya sürgüne taşıyor. Aralarında muhtemel tehlike olarak tespit edilen aşiret reisleri ile ilmi ile temayüz etmiş din alimleri de var. Devrin şartları ve mevsim gereği kafile ağır koşullarda hareket ediyor. Yollar olmadığı için Samsun’da deniz yolu ile devam edilerek İzmir üzerinden Ege illerine sürgünler taksim edilecek. Kafilede bir sima göze çarpıyor. İsyan bastırıldığında kendisine yapılan Anadolu dışına gizlice çıkarılma tekliflerini reddetmiş ve yaşadığı sürece hayatıyla takip edeceği “müspet hareket” düsturu gereği harekete katılma tekliflerini geri çevirmişti. Bunu yaparken de;
“Türk Milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez. Siz de çekmeyiniz teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşad ve tenvir edilmelidir” şeklinde nasihat ederek yeni bir devrin Cihad usulünün adeta çerçevesini çizmişti. Onun zihnini meşgul eden son Üçyüz yıldır devrile devrile o günlere harabe bir şekilde ulaşan Millet kalesinin burçlarının nasıl yeniden ihya edilir davasıydı. Ahlaksızlık, Bencillik, İnançsızlık hastalıkları ile muzdarib olmuş bir milletin dertlerine Kur’an’dan devalar bulma derdindeydi. Hastalığı asrın hekimi sıfatıyla teşhis etmişti ama derdin büyüklüğünü vücudunun her zerresinde hissediyordu. Bu hisler ve fikri ızdırablarla zorla dahil edildiği kafile Şubat soğunun karlı bir gününde iki gece Erzurum-Pasinler’de konaklar.
Kışın en şiddetli hüküm sürdüğü günlerdir asrın büyük çilekeşinin ayakkabıları yolculuğun zahmetine daha fazla dayanamamış artık su geçirmektedir. Köyün sakinlerinden ve askerlerin nezaretinde kafileyle gelen bu ağır misafirin makamını kalben hissetmiş olan Münir Efendi iyi bir çift ayakkabısını hediye olarak kabul etmesini ondan istirham eder. Oysa hayatı boyunca Peygamber velayetine ve Sahabe mesleğine mensup olmanın şartı olan “halktan istiğna” düsturu gereğince Bediüzzaman’ın hiçbir hediyeyi kabul etmediğini bilmemektedir. Hediyeyi geri çeviren bu önemli misafire istirahat etmesi için bu defa yatak hazırlar ve karnını doyurması için yemekler getirir. Şark’ın konukseverliğini ve ilme olan hürmetini halis niyetlerle izhar etmek istemektedir. Münir Efendi ertesi gün geldiğinde ne yatağa dokunulmuş ne de yemeklere el sürülmüştür. Bu durumdan müteessir olarak;
- Seyda ! ekmeğim helaldir. Allah’ını seversen yemeğimden ye...diyerek ısrar eder. Bu ısrar karşısında Bediüzzaman bir kase yoğurt getirmesini ister. Ertesi gün Münir Efendi tekrar geldiğinde yatağın yine aynen bozulmadan durduğunu yoğurttan da bir iki kaşık alınarak öylece bırakıldığını görür. Münir Efendi artık dayanmaz ve sorar.
- Efendi hazretleri seni gece boyunca izledim. İki gündür yemek yemedin, yatağa girmedin. Gece sabaha kadar gözyaşı ile dua ve iltica ile meşgul oldun. Nedir sendeki bu hal? Bediüzzaman Hazretleri ona gönül telini ızdırabın ile titretecek hazan mevsiminin sert esintilerini taşıyan şu cümleler ile karşılık verir.
- Kardeşim, bu milletin omuzuna inen musibet cehennem ateşine denk bir musibettir. Bende ne uyku bıraktı ne de iştah...!
Bu nida, üçyüz yıllık devrilişlerin, savrulmaların ve hayal kırıklıkların ardından gerçek derdi görüp ona çareler arama yolunda çekilecek çilelerin ilk soluklarıdır. Yıllar önce Van’da kalede ayağı takılıp metrelerce yuvarlanarak düşerken “Davam” diyebilmenin ve bu derdi iliklerine kadar duyabilmenin yakınmasıdır. Dünyayı saran imansızlık ve ahlaksızlık yangını karşısında yüreğini, ateşe koşan insanlığın önüne koyabilme cesaretidir. Azgın bir imansızlık selinin karşısında mukavemetini yitiren İslamiyet ve hakikat davasını yeniden tutup kaldırma yolunda ilk kıvılcımdır. İlim ve kalemle yapılacak cihadın başlayan yolculuğudur. Evet ! Yıllar geçse de bu Hakikat davasının kavrayışında değişen hiçbirşey olmadı. Bu dava şuuru yine uykuyu ve iştahı unutturacak, Milleti hak ettiği yere ulaştıracak ve onu söz sahibi yapacak sahiplerini beklemektedir. Zira imansızlık çağını artık Nifak çağı da takip ediyor. Her köşe başını tutan ahlaksızlık, riya ve yalan karşısında Bediüzzamanca hissedip duyarak davasını yaşayacak ve nifaka esir olmuş İnsanlığı bu şuur ve hislerle kurtarıp yeniden diriltecek Nesillere ihtiyacımız var. Dünyanın debdebesi karşısında sarsılmayacak, duruşunu bozmayacak zorluklar karşısında mukavemetini yitirmeyecek, kendi menfaatini Milletin menfaatinde bulan ve topyekün bir Milletin derdini omuzlayacak İrade insanlarına ihtiyacımız var ve bugünlerde daha fazla eksikliğini duyuyoruz ve onları arıyoruz !