Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM

Rıdvan AYDIN

Kobra kol, muharebe hava devriyesini Saros Körfezi’ne doğru yapıyordu.. Uçuş seviyelerinde beyazı şekil yapmış, tül bir buluttan geçiyorlardı. Sağ önlerinde Gelibolu yarımadası bağrına aldığı kahramanlarını, onurlu bir tarihin altın sayfalarında ağırlıyordu. Komşudan henüz haber yoktu. Ege’nin yüksek voltajlı gökleri, belki de birazdan koptu kopacak bir Azrail kasırgasının, kıyamet öncesi sessizliğine şarj oluyordu. Şehitler diyarından geçerken Yzb. Serhan, içlenmiş yüreğinin Siyah Çelenk Bıraktığı hüznüne, dikensiz beyaz güller yeşerterek biraz soluklanmak istiyordu…

Az önce ince ayarını çektiği bir radyo istasyonu, uçuş kaskı içindeki kulaklığından bohem ruhuna, uzakları getiren ezgiler çisiyordu. “Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar” geçmiş zaman koordinatlarında, anılaşmayı eşinen mutlu yaşam kesitlerinin, eskimeye yüz tutmuş fiyongunu ağır ağır açıyordu… Gönül coğrafyasına dokunmaya besteleşmiş nağmeler, düşünce hızıyla Elazığ Orduevi’nin 20 Mayıs 1977 baharına dek varıyordu…

8nci Ana jet üssü 181’nci Filo’da görevli, kalabalık bir meslektaş grubu, başlarındaki yurtsever Komutanlarıyla birlikte, nişanlandığı günün kıvançlı törenini konuklandırıyordu. Orduevi düğün salonu tıklım tıklım doluydu. Bay R. Serhan’la Bayan Ülkü Hanım, eğer Azrail hazretleri müsaade ederse, bir yastıkta yaş alma yoldaşlığına, ilk adımlarını atıyordu. Saatler 14.00ü gösteriyordu. Hava Pilot Tuğgeneral Yaşar Demirbulak ve 181’nci Filo Komutanı Hava Pilot Albay Haluk Boduroğlu saygınlığı, davetlilerce sık sık alkışlanıyordu. Nişan kurdelesinin kesilip, yüzüklerin parmaklara tam da takılış anlarıydı ki!.. Dörtlü bir F–100 kolu, çatıları yalayarak; günün parçalı bulutlu göklerini yırtım yırtım yırtarak; diyar-ı Elazığ’a depremler salmışlardı. Silah arkadaşlarının nişan törenini askerce selamlamış, kutlamayı bulutlar diyarından onurlandırmışlardı... Sevdada yok olmanın sonsuzluğa çağrısı, ışık halelerine dünyalarını dönen pervaneleri gibi, kalımsız bir gelgit’in yankılı ağıtını, tek nefes bırakmış gitmişlerdi. On sekiz bin âlemde ölümlü bir dünyanın ilahi öyküsünü, neylerine sırtlamış neyzenlerin, gönüller kavuran kahırlanışlarını, uzayın içlerine akarak sır olmuşlardı.

Yükümlüsüne hayat, zamanı her geldiğinde iyi kötü senaryolar sunuyordu. Hisseye düşen olanca rollerin, evrendeki tekmil varlıklarca O senaryodan oynanmasına yaşam deniyordu. Herkeslerin bir evlilik öyküsü vardı. Ya da olacaktı. Üsteğmen R. Serhan’ınki, sevda mitralyözünü yüreğinin alnından ilk görüşte yaman yemiş sürpriz bir rastlantının, görücü usulüydü Can evine, şiir şiir saldırmış bir çift yeşilin akışan şeraresi, zamansız bir sevdaya dirençli yüreğinin bağışıklık sistemini, bir anda talan etmişti. Bir sevda baskını ki asaletini seçiciliğinden alan gönül topraklarını kıyasıya yağmalamış, fethedilmedik yer bırakmamıştı. Anadolu’nun geleneksel töresiyle büyümüş O yürek prensesi; Ağaoğlu eşrafından saygıdeğer Gülten Hanımla Rauf Bey çiftinden, insanlığın değerler manzumesi; Şahin, Ayhan, Mehmet ve Asım kardeşlerin biricik ablalarıydı. Ülkü’ydü adı… Üsteğmen Serhan’daki insanlığa hizmet için yapılanmış yüreğin, yüceliğini Hakk’tan alan hak yanlısı Atatürk ülkücülüğü; gönlünün Ülkü’süyle rastlaşınca, cevherine daha katmanlı bayraklaşmış, ilkeler ocağına daha vatanlaşmıştı…

O zamanlar 17 yaşının ikinci yarısına daha yeni ayak basmıştı Ülkü Hanım. Demir sürgülü çelik kapısında “Kimse Giremez” yazılı gönlüne girmek için Ütğm. R. Serhan, az mı uğraş vermiş, az mı yürek terleri dökmüştü!.. Uygarlıklar diyarı Elazığ’ın en dip göklerini; devrinin en belalı F-100 savaş uçaklarıyla neredeyse günaşırı gümbür gümbür nasıl da yarmış, nasıl da kükretmişti! Kokpit adlı daracık bir mekândan, delibozuk çelik kanat TULPAR’ların (uçan küheylan) o yerinde duramayan dizginlerini; Kuzova, Uluova, Altınova düzlerinde naralara az mı salmış, az mı kişnetmişti. Hasan, Meryem, Haroğlu; Hazar Baba, Mastar Dağları’nın sinesine bıraktığı öykülerde, delişmen bir tay gibi az mı çıldırtmış, tozu dumana az mı katmıştı. Harput platosundan Elazığ Ovası’na nasıl da hortlatmış, nasıl da delirtmişti. Hele bir gün bu yüzden, Elazığ’ın daha ilk tanıştıkları ünlü Karoserci Hasan ustasından az mı sitem işitmiş, az mı zılgıt yemişti…

Dili geçmiş zamanlar ne denli şad olursa olsunlar, her nedense bir yanları hüzne konaklıyordu. Durup dururken duyumsadığınız bir koku ya da gözünüze ilişen bir nesne yahut yarımını arayan bir mısra, bir yerlerden bir şeyleri yüreğinize buğularken, geçmişten esintiler zamana tortulaşmış kadrajlarıyla etrafınızda dolaşıyordu…

Uçuş görevlerinin nadiren olmadığı hafta sonlarının biriydi. Ütğm. R.Serhan; Diyarbakır Seyrantepe’den atladığı bir yolcu otobüsüyle ata yurdu Elazığ’a Cuma akşamından varmıştı. Yaşlılığın olmayası diyarına yaklaşan Ana, Babasını ziyaret etmiş, her zamanki gibi hayır dualarını almıştı. Ertesi gün kentin oto sanayisinde, saygın büyüğü Hacı Bedri Ağayı ziyarete gitmişti. Koyu bir muhabbet sonrası Hacı Bedri Ağa’nın kardeşi Hikmet beyle iddialı bir tavla oyununa tutuşmuşlardı. Hayhuylu oyun, pullarla zarların ortalıkta hararetle uçuştukları, kıran kırana bir düello havasındaydı. Müdahale edilse de Hikmet Bey, çaktırmadan iyi zar tutardı. Ütğm. R. Serhan,  az önce tesadüfen attığı dübeşin tadını çıkarırcasına, hem pul vurup hem de kapı alırken, oturduğu kürsüde sırtı kapıya dönüktü. Aniden gök gürlemesini andıran davudi bir sesin yankılı “Selamünaleyküm”ü ile ortalık irkilmişti. Sesin hançeresinde maşallahlı hoparlör var gibiydi. Ütğm. Serhan gürleyen yöne baktı. Elazığ yöresinin siyah şalvar, beyaz kuşak, yumurta topuk poçikli ayakkabısıyla kapıdan içeri giren sesin, o yeleği köstekli babayiğidi; iri kıyım, cüssesi heybetliydi. Pala bıyık başında, sekiz köşeli şapka, elinde kehribar tespihiyle yaklaşık kırklı yaşlardaydı… Her iki oyuncu sehpadaki tavla başında ayağa kalkmış;

“Ve Aleykümselam”la karşılamışlardı konuklarını. Hikmet bey hiç vakit kaybetmeden;

“Hoş geldin ağabey, sizi tanıştırayım!” demişti.

“Bu ağabeyimiz, oto sanayimizin değerli Karoser Ustası Hasan ağabey! Bu bey de Pilot Üsteğmen R. Serhan” der demez; oralara aniden kükremişti Hasan ağabey;

“Yav kardaşım sen pilot musun?”

Hasan usta’nın yukarılardan konuşan Maşallah’lı boyuna 1.76’lık Serhan, aşağılardan yukarıya bakarak;

“He valla pilotum!” demişti.

“Hele de bahan begim (!) nerede görev yapisin?”

“Diyarıbekir’de ağam!..”

“Yahu Gakko sizin orda bir deli… Yoğ-yoğ aha da bir manyağ var! Bizim mahalleden sözlü müymüş, nişanlı mıymış neymiş! Yahu arkkadaş (!) çatımızda kiremit, penceremizde cam, çocuğlarımızda yürek komadı!.. Hazretin yoğ ise evlenecek parası, teşrif buyura ki verek! Verek de tek kurtulağ yahu! Hatta dügününü de yapağ haa! Var de ki o kaçığa, bele yapmıya ağa! Ayıptır!.. Günağtır!.. Bu kadar da alçağtan gidilmez ki! Hele o taklalar-tuklalar noli haa? E de bağam kardaşım, o tafralı havası kime begefendi’nin!..”

Tavrındaki öfkenin usul usul kabaran hiddetine bakılırsa, tanışmanın seyri, küfre doğru yol alıyor gibiydi. Durumu kurtarmakta geç kalmaktan kuşkulanan Hikmet Bey, hemen sözünü kesmiş; “Hasan abe o manyak, aha bu işte haaa!...” demişti…

Ansızın oralara buruşmuş bir sessizlik inmişti. Az öncesinin Serhan’ına şimşekler çakıp, yıldırımlar koparan paylamalı abisine hatır koymuş ağır bir mahcubiyet, o anlarda omuzlarını düşürmüş gibiydi. Belli ki zorlu bir hayatın görmüş geçirmiş, Anadolu kalenderlerindendi. Dünyanın neresinde olursa olsun; İnsanlığa donanımlı katma değer hanımefendi ve beyefendileri; duygusal zekâyla birlikte, mantıksal zekânın da sorgulayıcı aklına sahiplerdi. Bazılarının akademik diplomaları olmasa da geleneksel Halk Üniversitesinin, edep adap duyarlı bilge fanileriydi! Yunus Emre yüreği… Mevlana felsefesi… Hacı Bektaş-ı Veli… Ahi Evran kültüründen gelirlerdi. Hak hukuk yerine, çıkar histerisiyle gerek emperyalizme gerekse kendi cüzdanlarına hizmet eden cehalet cambazlarının, bezirgân yardakçılarına zinhar benzemezlerdi!..

         Küresel sömürücülerin iktidar kıldıkları yöresel taşeronlarla yönetilen, uyu uyu yat da büyü coğrafyalarda; menfaatçilik borsa yapardı. Hakkı olmayana partizanca ulaşım yolları sürekli açık, düne,  güne ve yarınlara çöreklenen oydaşlaşmaların, siyasi ekipmanları tıkır tıkır çalışırlardı. O yüzden oralarda çıkarsal beklentilerin sinsi hesabıyla kayıtsızlık, duyarsızlık, yanlışa marabalık yarıştaydı. Bal tutanın öylesi coğrafyalarda parmağını yalaması, köprüyü geçene dek simsarına dayı denmesi, bana necilik vebasının oralara hükümran olmasındandı. Oralarda merhamet komalarda, vicdan intiharlarda, çıkar avcılığıyla devletleşmiş bilimsiz siyasete, yaraşmaz taklalarla yamanış revaçtaydı.

Yaratıcı düşüncenin çağdaş eğitiminden yoksun, kitap okumasızca genleşen diyarları; gezegenin çağdaşlığa kötürüm bırakılan diyarlarıydı. Oraların yaratanla yaratılan; devletle-yurttaş arasına sızma yapan oyun kurucuları; bilimsiz siyasetin felç eden zehriyle masum çoğunluğu huzura, refaha mutluluğa hasret bırakır; harama kıyamlı bir azınlığı, halkın kesesinden saltanatlarına şakşakçı yaparlardı. Oralarda siyaset haneler; mevki, makam, servet-pereset mihraplı siyasal aktörlerin, iri yalanlar üretme dökümhaneleri, lafla peynir gemisi yürütme tersaneleriydi. Misyoner komisyonerliğinin cehalete müzminleşmiş kuru kuru vaatleriyle oralarda ipe sapa gelmeyen hayaller pazarlama pişkinliği, bazen milli bazen dini duygular kurcalanarak, zenginliğe hızla sıçrama trampleni, etiketle itibar oluşturma liyakatsizliğiydi.

Yer altı ve üstünün olanca kaynakları küresel ağalara uydulaştırılan coğrafyalarda, yasal olan helal değildi. Oralarda anormal normale şekillenir, hukuksuzluk hukukmuş gibi gösterilirdi. Arsızlık fazilete üşüşür, gayrimeşru meşruiyet muamelesi görürdü! Oraların kronik siyaset sultanlıkları, anlaşmalı gizli projelerle küresel ağalara kul köle olurlarken; mazlum halka kendilerini, ağır faturalarla ödetirlerdi. Yalanın-yanlışın; riyanın-kusurun; ayıbın-utancın organize cehalet baykuşları, Beytülmalden (hazine) götürü ianeyle (hibe) oralarda sayınlaşır, sayınlaştırılırdı. Yolsuzluğun, liyakatsizliğin, hukuksuzluğun, her türlü hırsızlığın örgütlü temeline; hak yolunda, halk adına kalem vuran, söz duran; yurtsever, insan sever, inançlı halk severlere ise iftiralı kumpasların türetme delilleriyle ya dış mihrak ya terörist ya da hain damgası yapıştırılma sinsiliği çalışılırdı.

Velhasıl oraların, işinin çıkarına günahlı “dilsiz şeytan” yandaşlaşma mutlulukları; oralarda siyasi referansız kimsesizlerin, oralı acılar biriktiren çığlıklarıydı. Oralarda zulüm; yanlışa taraf olmayıp, dürüst vicdanlarıyla bertarafa alınan günahsız siyasetzedelerin, onurla taşıdıkları mağduriyet madalyasıydı. Oralarda umut, çaresizlerin yaşam duası; gerçeklere gocunmaksa, sabıkalı sicillerin iltihaplı yarasıydı…

Az evvelinin ortalığa buruşmuş sessizliğine, neyse ki Hasan ustanın davudi sözleriyle can geldi. Şamatalı ortama yeniden dönüldü.

“Yav gardaşım, dediklerim affola he mi!.. Kusura kalma kurban!.. Memleketimizin çocuğuyla gurur duymamız gerekiken hele bağ ki kağmış, neler neler deyim ben!..”

Alı al, moru mor olmuş R. Serhan;

“Estağfurullah Hasan ağabey! Üstelik yerden göğe haklısınız! Peki, eviniz şehrin neresinde?..” O esnada ticarethane kapısından Serhan’ın can mahallelisi, Ali Taptı usta göründü…

Dünya dualarımız, insanlık pusulamız, adalet vicdanımız olsun!..

Not: Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

Yazarın Diğer Yazıları