Faruk YILDIZ

TRUMP BATI'NIN ÇÖKÜŞ SEBEBİ DEĞİL SADECE İŞARETİ

Faruk YILDIZ

 

Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve İspanya'nın eski Başbakanı Jose Maria Aznar, 28 Kasım 2019’da Madrid'de üniversite öğrencilerinin katılımıyla düzenlenen bir forumda Avrupa Birliğinin ve Batı medeniyetinin geleceği hakkında konuşmuşlardı.

Sağ görüşlü iki eski siyasi lider, Avrupa'nın çöküşe doğru gittiğini savunarak demokratik ve muhafazakâr siyasi partilere "artık izlemeyi bırakarak hareket geçmeleri" çağrısında bulunmuştu.

"Yüzyıllar boyunca, dünya ekseni Batı'dan geçse de bugün Doğu'ya kaydığını ifade ediyorlar." Dünyada yaşayan 7 milyardan fazla insanının sadece 800 milyonunun Avrupa'da bulunduğuna, demografik sebeplerle Avrupa'nın artık dünyanın "merkezi" olmadığına vurgu yapmışlardı.

Batı Medeniyetinin çöküş sebebini yaşlanan siyasi görüşlere bağlayan Sarkozy, sözlerine şöyle devam etmişti: "Ben ikna olmuş bir Avrupalıyım ama 70'lerin Avrupa’sını konuşmayı artık bırakmak gerek. Federal tartışmaların artık hiçbir anlamı yok. 27 ülkeyle nasıl tek bir Avrupa istiyorlar? Ben 4 farklı Avrupa görüyorum. Schengen'in, avronun, savunmanın ve birliğin Avrupası. Eşitliğin olmadığına ve arzu edilmediğine inanıyorum, farklılıklara inanıyorum. Geçmişe saplantılı kalmak yerine geleceğin Avrupa’sını düşünmek gerekiyor," demişti.

Evet. Çöküşe geçen Batı Medeniyetinin kendine gelmesi için paradigmalar ortaya koyan Fransa’nın eski lideri Sarkozy yukarıda Batı medeniyetinin kurtuluşu için ortaya koyduğu görüşlerin aslında büyük devlet adamlığı ve gelecek kaygısı taşıyan bir lider olarak düşünmeye ve tartışmaya değer bulunmalıdır.

Her yönüyle adaletin, zenginleşmenin, refahın, huzur ve güvenin olduğu coğrafyalar, toplumlar ve devletler medeniyetin mimarı olmuşlardır.

"Sosyal medyanın baskısıyla Avrupa'da toplumun her kesiminin onayının arandığı yeni bir moda" yaratıldığını oysa küresel sorunların çözümünün liderlik gerektirdiğini" savunan Sarkozy, "Bir lider, bir takım, bir vizyon, bir hırs. Benim inandığım bunlar. Oysa toplumumuzda şu an liderlik sanki meşru olmayan bir şeymiş gibi gösterilmeye başlandı. Dünya çok büyük bir hızla ilerliyor ve liderler harekete geçmek için en son sıradaki derneğin bile görüşünü bekliyorlar. Demokrasi bu değil" yorumunu yapıyordu.

Sarkozy, ABD Başkanı Donald Trump ile ilgili bir soruya da "Dünyanın bir numaralı askeri ve ekonomik gücü olan bir ülkede Trump başkan seçiliyorsa, bu, Amerikan toplumu hakkında çok şey söylüyor demektir. Güçlü ve yol gösteren bir ABD'yi seviyorum ama bu gücün asla bir tweetle sağlanacağını düşünmüyorum. Trump, Batı'nın çöküş sebebi değil sadece işareti" cevabını vermişti.

Bu açıklamalardan sonra düşünmemiz gereken şu olmalı:

Müslüman coğrafyasında ki liderler ve halklar neden Batı ülkelerindeki liderler gibi aynı kaygıları taşımıyor?

Sorun Müslüman coğrafyasındaki toplumların demokratik ve sosyal adalet olgunluğuna erişememesi mi?

Ya da hala Batı emperyalizminin yok ettiği özgüven ve sürüklediği inanç temelli mezhepsel ayrılıklar mı?

Yoksa bireyin ve toplumun hayatının merkezine aldığı ve zihninde erişilmez, ulaşılmaz kıldığı, kutsal bir dava haline dönüştürdüğü ideolojik ve inanç temelli ütopik imgeler mi?

Müslüman coğrafyası son bir asırdır kendi eliyle emperyal Batının direktifleriyle kendi insanını ve medeniyetini, kültürünü, tarihini katlediyor.

Bu iç savaşın, maddi ve manevi medeniyet katliamının durdurulması için somut bir adım atmayı düşünün tek bir lider dahi inisiyatif almış değil.

İslam ülkelerinin liderleri birbiri ile kavgalı ve husumet içerisinde.

Müslüman halklar ise birliğin ve beraberliğin sağlanmasının derin arzusunu ve özlemini taşıyor.

Akıl devre dışı bırakılınca, felsefe ve düşünür, bilim ve bilim adamı, sanat ve sanatçı değersizleştirilince ilkel dürtülerin harekete geçmesi kaçınılmaz oluyor.

Amin Maalouf’un Arapların Gözünde Haçlı Seferleri adlı muhteşem eserinden bir hikaye ile meselemiz daha iyi anlaşılsın istiyorum.

Kudüs’ün ve dünyanın o güne kadar yaşamadığı ve Hristiyan Batı’nın Kutsal Savaş(!) diye tanımladığı Müslüman kıyımını ve o gün ki ruhsuzluğun, akılsızlığın boyutunun anlatıldığını gördüğümüz bu hikâyenin bugün de katmerli bir şekilde devam ettiğini Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durumdan ve Müslüman bireyin olayları değerlendirme ve anlama biçiminden de anlayabiliriz.

Hikaye şöyle: 19 Ağustos 1099 Cuma günü, kadı beraberindeki muhacir kafilesini Bağdat Ulu Camii'ne götürür ve müminler her yerden öğle namazı için camiye akın ederken, Ramazan ayında olunmasına karşın açık açık oruç bozup yemek yemeye başlar. Bir anda çevresinde öfkeli bir kalabalık birikir, askerler de tutuklamak üzere yanına yaklaşır. Ama Ebu Said ayağa kalkar ve çevresindekilere, binlerce Müslüman'ın katledilmesini ve İslam'ın kutsal yerlerinin yıkılıp yok edilmesini hiç umursamazken, bir kişinin oruç bozmasının onları niye bu kadar sarstığını sorar sakin sakin. Kalabalığı böylece susturduktan sonra, Suriye'nin, ''Biladü'ş-Şam''ın ve özellikle de Kudüs'ün üstüne çöken felaketleri ayrıntılarıyla betimler.

Sonuç olarak şunu ifade etmeliyim ki;

Katleden ve katledilen yine aynı Müslüman.

Yakılan ve yıkılan yine aynı İslam şehri, tarihi, kültürü ve medeniyeti.

Toplum aynı toplum, liderler yine Müslüman.

Dünya aydınlandıkça Müslüman coğrafyasında savaş, zulüm ve gözyaşı yine eskisi gibi.

Çözüm, Müslüman halklarla, ülkelerle, liderlerle kavga değil, diyalog kurarak, diplomasiyi kullanarak, ötekileştirmeden, inanç ve mezhep ayrımı yapmadan barışı, huzuru inşa etmektir.

Çözüm, 833 yıl önce Müslüman coğrafyasından Batıyı söküp atan Emir’ül Mü’minin SELAHADDİN gibi siyasi birliği sağlamaktır.

Ama Batı her zamankinden daha güçlü bir şekilde yine Kudüs’te, Ortadoğu’da, evimizin bahçesinde.

Ey Müslüman kardeşim! Söyle bakalım bugünün o günden ne farkı var ki?

Kalın sağlıcakla.

Yazarın Diğer Yazıları