Faruk YILDIZ

MÜSLÜMAN DÜNYASININ TEMEL ÇIKMAZI: DÜŞÜNCE BUHRANI

Faruk YILDIZ

İnsanlık tarihi ile bilimsel gelişmeler birbirine paralel olarak ilerlemiştir. İnsanlık tarihinin evreleri bilim dünyasını da eşgüdümlü olarak etkilemiştir. Sosyal, kültürel ve ekonomik faaliyetler yine bu süreç içerisinde evrimleşerek bugünkü haliyle karakteristik hüviyetine bürünmüştür.   Kâinatın tasarımını kendi külli iradesiyle şekillendiren Yüce Allah bütün evreni eksiksiz ve kusursuz bir şekilde var ettikten sonra insanı yarattı. Allah’ın aklı insana bahşedişindeki gaye onun iyiyi, güzeli, doğruyu kavramasını, düşünmesini, araştırmasını, incelemesini ve en önemlisi de varlığın sebebini anlamaya çalışmasını istemekti.   Allah’ın bahşettiği cüzi iradesiyle yeryüzünde içtimai bir düzen kuran insan, hayatın zorluklarını aşmak ve daha rahat bir yaşam sürmek için kendisine bahşedilen aklı kullanarak düşüncesini pratize etti ve yaratılıştaki gaye olan iyi ve güzel kavramları üzerine faaliyetlerini sürdürdü.   Beşeri münasebetler neticesinde başlayan yaşama ve güçlü olma mücadelesi ile birlikte örgütlü hareket etme bilinci gelişti ve bu bilinç beraberinde insanoğlunun yaşam tecrübelerinin birikiminden ibaret olan medeniyeti ortaya çıkardı. Farklı insan topluluklarının birbirlerine olan üstünlük kurma fikri aklı iyi ve güzeli bulup ortaya çıkarma düşüncesinden saptırarak kötü ve insanlığa acı çektirecek eylemler üzerinde yoğunlaştırmaya yönlendirdi.   Yaradılışın gayesi olan “kul olmak” gerçeğinin beraberinde getirdiği manzumeler (iyilik, yardımlaşma, ibadet etme vb.),  üstün gelme arzusuyla birlikte akli melekelerimiz ölçüsünde varlık sebebimizin çok daha ötesinde bir noktaya savruldu ne yazık ki. Bir diğer ifadeyle aklın sınırlarını haddini bilmeden aşarak insanoğlunu kıyamete kadar sürecek olan kötülükler zincirine bağladı. Kendi cüz-i iradesi ile peygamberler vasıtasıyla gelen vahiyler ışığında akli deliller ortaya koyarak varlık sebebini bulmaya çalıştı.Zaman içerisinde vahyi delillerle akli delillerin bir mücadele alanına dönüşen yeryüzü aslında bir sınıfsal mücadelenin içinde olduğunun da farkında değildi.Aslında nakli yani vahiy temelli delilin, akli delilin bir dayanağı olduğunu anlamak için çok fazla düşünce üretmeye gerek yok.   Yaratılan evrenden çok daha önce var olan BİR ve TEK olan Yüce Yaratıcı bir diğer ifadeyle ezeli ve ebedi olan Allah her şeyin kaynağı olduğuna göre bilginin de kaynağıdır elbette. Yani akıl yoluyla elde edilen bilgiler dayanaklarını kuşkusuz Yaratıcının kelamından alır.   Yeryüzünde teşekkül etmiş bütün medeniyetlerde bu ve buna benzer tartışmalar (bilginin kaynağı tartışması) yaşanmıştır. Antik Yunan’da da, Roma’da da, Hıristiyan Batı’da da, İslam dünyasında da bu böyle olmuştur.   İşte gerek Doğu’da gerekse Batı’da ilkçağlardan beri süregelen bilginin kaynağı tartışması kuşkusuz ki gereksiz ve yersizdir. Daha açık ifadeyle İslam coğrafyasında ve hatta Batı’da bile İbn-i Rüşd ve İmam Gazali tartışmasını başlatmak aslında ne birini haklı göstermeye yöneliktir ne de beşeri âleme katkı sunmak içindir. Burada temel gaye sadece hâkim ulema sınıfının mevcut egemen erki elinde tutma gayretidir. Hem Doğu’da hem de Batı’da ne yazık ki bu böyle olmuştur. Oysaki biri mana diğeri ise madde anlamında (Gazali ve İbn-i Rüşd) İslam Medeniyetini yüceltme gayretinden başka bir şey yapmıyordu.   Batı da ise Hıristiyan dünya görüşünü yeni ilgiler ve bu ilgilerin doğurduğu yepyeni bilgilerle zenginleştirme ve geliştirme ihtiyacı içinde gören ve aynı zamanda hem bir din adamı hem de Ortaçağ Avrupa’sında skolâstik düşüncenin öncülerinden kabul edilen ve Katolik Hıristiyan dünyasının yirminci yüzyılda resmi görüşünün mimarı olan Thomas Aquinas (Aquinomlu Thomas) on üçüncü yüzyılda Aristo’nun akılcılığı ile doğmalarla boğuşan Ortaçağ Hıristiyanlık inancını buluşturup akla ve düşünceye pranga vuran kilise doğmalarını tartışmaya açarak Batının aydınlanmasının önünü ardına kadar açmıştı. Fakat Avrupa aydınlanması çabuk başlayamadı. On dördüncü yüzyılda başlayan ve 116 yıl sürdüğü ifade edilen hanedan ya da feaodalite diye adlandırdığımız yüzyıl savaşları ve ardından on yedinci yüzyılın başlarında başlayan mezhep savaşları Batı aydınlanmasını Fransız Devrimine kadar frenliyordu. Ancak düşünce üretmek, bilimsel çalışmalar yapmak içten içe devam etmişti. Ve akabinde büyük bir ivme kazanarak sadece yüzyıl kadar kısa bir zaman diliminde kendi içindeki mezhep savaşlarını bitirerek (1900 yılları başlarına kadar) düşünce devrimleri ile birlikte çok önemli bilimsel çalışmalar ortaya koymuş, keşifler ve icatlar yapmıştı.   Daha henüz on beşinci yüzyılın sonlarında keşfedilen ve dünyanın en batı ucundaki yeni kıtada (Amerika) çok kısa bir zamanda dünyanın süper gücü olacak ve her türlü tehlikeden uzak yenidünyalarını sorunsuz bir şekilde inşa ederek bugünün dünyasının tek hâkimini(!) oluşturacaklardı.   Böl-parçala-yönet mantığıyla kurguladıkları stratejilerini her daim uygulamaya koyan bu gücün yegâne mimarı olan İngiltere ve Fransa on dokuzuncu yüzyıldan itibaren dünyanın birçok yerinde egemenlik alanları oluşturmuştu. Oysaki daha henüz on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar Batının egemen olduğu alanların tamamında İslam dünyası hükümranlığını sürdürmüştü. Asya, Afrika ve Avrupa’da geniş bir coğrafyayı yönetiyordu.İşte Batı Thomas Aquinas’in büyük uğraşlar sonucu Hıristiyanlık ile Aristo düşüncesinin temeli olan aklı uzlaştırarak gerçekleştirdiği yeni din anlayışı üzerinden hareketle bugün kendi maddi dünyasını inşa etmeye muktedir oldu. Aslında bu durum çok önceden yani 13. yüzyıldan beri sürmekteydi. Oysaki bu dönemin çok öncesinde yani sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Abbasi Halifesi Harun Reşit ve ardılları Memun ve Mutasım dönemleri tarihçilerin ortak görüşüne göre İslamiyet’in altın çağı olarak değerlendirilir. Bu dönem detaylı bir şekilde incelendiğinde aklın ve düşüncenin önünde hiçbir engel olmadığı görülecektir. Ancak Mütevvekil dönemine gelindiğinde ise ulema sınıf mevcut otoriteyi kuşatma altına almış ve şurta adı verilen bir güvenlik kuvveti marifetiyle aykırı görüş belirtenler en ağır şekilde cezalandırılmış ve halife yeni anlayışlar benimsenmeye zorlanmıştı.  Sonrasındaki dönemde ise bu ışık on üçüncü yüzyılın sonlarına kadar Endülüs’ten tüm İslam coğrafyasına yayılacaktı.On üçüncü yüzyıldan itibaren ise İslam coğrafyasında bilimsel gelişmelerde bir duraksama başlamıştı. Aslında bu duraksamanın ana sebeplerinin günümüzden pek de farklı olduğu söylenemez. Farklı İslam anlayışları, asabiyet duyguları ve resmiyette olmayan ama hafızalarda varlığı hissedilen ruhban sınıfının toplum üzerindeki geleneksel baskıları beraberinde tekfirci (dinden çıkmakla itham eden) bir zümreyi ortaya çıkarmıştı. Eleştirel bir düşünceden arındırılmaya zorlanan Müslüman birey mecbur bırakıldığı koşulsuz itaat dürtüsüne hapsedildi. Düşünce yoluyla ulaşılan her bilgi tehlikeli ve gereksiz görüldü. Ve neticede on üçüncü yüzyıldan günümüze kadar birkaç önemli şahsiyet dışında uluslar arası çapta düşünce ve bilim adamı ortaya çıkaramadı bu medeniyet.İşin en ironik tarafı ise son dönemlerde ortaya çıkan âlim, ilim adamı gibi şahsiyetler toplumu politize etmekten, ayrıştırmaktan ve kutuplaştırmaktan başka bir şey yapmadılar. İnanç bağlamında İslam toplumu çok farklı gruplara bölündü. Mezhepler, tarikatlar, cemaatler toplumun maneviyatını inşa etme gayretini sarf ederken öte taraftan bireyin ve toplumun ilim ve fen noktasında da yetişmesi gerektiği gerçeğinin farkına varamadılar.   En kötüsü de inanç noktasında haklılığını ortaya koyma çabası ne yazık ki bütün İslam coğrafyasına nüfuz etti. Bu anlayış gelişen dünyaya ayak uydurmada Müslüman toplumun gerilemesine neden oldu.Son sekiz asırdır içine düşürüldüğümüz bu düşünce buhranı çıkmazından kurtarılmayı bekleyen bir İslam coğrafyası var. Batı’ya karşı Asya’da Muhammed İkbal ile başlayıp Afrika’da Hasan el Benna, Anadolu’da Necip Fazıl ve Avrupa’da Aliya İzzetbegoviç ile devam eden zihinsel başkaldırı olgunlaşma evresini yaşıyor.   Yeni bir medeniyet inşa etme yolunda ilerlerken bireyi ötekileştirmeden, toplumu ayrıştırmadan geleceğin dünyasında varlık sebebimizi iyi anlayıp ortaya koymak zorundayız. Her değişim ve dönüşüm büyük buhranlar yaşamıştır. İslam dünyası da bu düşünce buhranından akli selim bir şekilde çıkmalıdır. Gereksiz tartışmalar bir toplumu ileriye taşımaz, sadece zaman kaybettirir. Bizim de kaybedecek bir anlık zamana bile tahammülümüz olmamalı. Hele böylesi bir zamanda… Kalın sağlıcakla.  

Yazarın Diğer Yazıları