Faruk YILDIZ

KRAL(!)

Faruk YILDIZ

Kralları bilge olan halklar da o nispette bilgedir. Tebaası kifayetsiz, şuursuz olan devletlerin kralları da o nispette kifayetsiz olur.

Yani başka bir deyişle kralı, bilge bir kral yapan halkın şuuru ve iradesidir. Bu şuur ve irade canlı tutulduğu sürece kral ve yöneticiler her zaman adil bir yönetim ortaya koymayı bir sorumluluk olarak görürler.

Ancak halk şuursuz ve iradesiz olursa kral ve yöneticileri de adaletsizlikte sınır tanımaz ve halkına her türlü adaletsizliği ve zulmü geçerli bir yol olarak görür.

Mesele bir hikâye ile daha anlaşılır hale gelsin istiyorum.

Hikâye, yönetici ile halk arasındaki bağları, ülke yönetimindeki yönetici zaaflarını, dalkavukluğun devlet yöneticilerini ve ülkeyi nereye sürüklediğini genellikle olup bitenlerden devlet yöneticilerinin bihaber olduklarını, gerçekleri yalnız halkın görebildiğini ama bu adaletsiz durumları devletin yöneticisine iletemediklerini, halkın başında her zaman bilge bir yöneticiye ihtiyaç duyulduğunu, halkın bilge bir yönetici olmadan adil yönetilemeyeceğini vurgulamak için kurgulanmıştır.

Yönetmeye talip her bireyin çıkarması gereken çok dersler olduğu kadar hali hazırda yönetici konumunda bulunan kişiler için de düşünmeleri gereken derslerle dolu. Aynı şekilde bilgelikten, adalet ve ataletten yoksun yönetici sınıfının mutlaka okuması ve anlaması gereken bir hikâye. Sermayenin ve inancın bir sömürü aracı olarak profesyonelce kullanıldığı her dönemde devletin ve toplumun temelinden sarsıldığını tarih her dönemde bu tip anlayışları da kayıt altına almıştır. Konuyu dağıtmadan hikayemize dönelim istiyorum.

Hikâye şöyle:

Sadık Krallığı'nın halkı krallarına karşı ayaklanarak onun sarayını kuşatmıştı. Ve o, bir elinde tacı, bir elinde asası, sarayının merdivenlerinden ağır ağır indi. Görüntüsündeki görkem, kalabalığı susturmuştu ve önlerinde durarak dedi.

"Artık tebaam olmayan dostlarım; işte tacım, işte asam, onları sizlere bırakıyorum. Ben de sizlerden biri olacağım. Ben yalnızca bir insanım ve bir insan olarak, kaderimize düşenin daha iyi olması için sizlerle birlikte çabalayacağım. Bir krala gerek yok. O halde birlikte tarlalara ve bağlara gidelim ve elbirliğiyle çalışalım. Ancak tarlalardan ya da bağlardan hangisine gideceğimi bana siz söylemelisiniz. Şimdi kral hepinizsiniz."

Ve halk, şaşakaldı ve ağızlarından tek bir sözcük çıkmadı; çünkü hoşnutsuzluklarının kaynağı olarak gördükleri kral, şimdi tacını ve asasını onlara bırakıyor ve içlerinden biri oluyordu. Sonra her biri kendi yoluna gitti ve kral bir adamla birlikte tarlaya doğru yürüdü.

Ama Sadık Krallığı kralsız daha iyi bir duruma gelmedi ve hoşnutsuzluk sisi bütün ülkenin üzerine çökmüştü. Halk pazar yerlerinde yönetilmek istediğini, kendilerini yönetecek bir krala ihtiyaçları olduğunu bağırıp çağırıyordu. Ve yaşlılar ve gençler, bir ağızdan haykırıyorlardı adeta, "Kralımızı istiyoruz!" diye.

Ve kralı aradılar ve tarlada çalışırken buldular ve onu tahtına götürdüler, tacını ve asasını geri verdiler. Ve dediler.

"Şimdi bizi güçle ve adaletle yönet." Ve o dedi.

"Sizi gerçekten güçle yöneteceğim ve gökyüzü ve yeryüzü tanrıları bana yardımcı olsunlar ki sizleri aynı zamanda adaletle yönetebileyim."

Ve erkeklerle kadınlar huzuruna çıkarak kendilerine kötü davranan, serflik ettikleri bir barondan şikâyet ettiler. Ve kral baronu derhal çağırtarak dedi.

"Bir adamın hayatı, Tanrı'nın terazisinde diğerininkine denktir. Ve tarlalarında ve bağlarında çalışanların yaşamlarını tartmayı bilmediğin için sürülüyorsun ve bu krallığı sonsuza dek terk edeceksin."

Ertesi gün bir başka grup krala gelerek tepelerin ötesinde oturan bir kontesin zulmünden ve onları nasıl sefalete sürüklediğinden yakındılar. Kontes derhal saraya getirildi, kral onu da sürgüne mahkûm ederken dedi.

"Tarlalarımızı sürenler, bağlarımıza bakanlar, onların hazırladığı ekmeği yiyen ve sıktığı üzümden yapılma şarabı içen bizlerden daha soyludur. Ve sen bunu bilemediğin içindir ki bu toprakları terk edeceksin ve bu krallıktan uzaklaşacaksın."

Ardından erkekler ve kadınlar gelerek piskoposun kendilerine taş taşıttığını ve katedral için taşları kırdırdığını, ama karşılığında hiçbir şey vermediğini; kendi mideleri açlıktan bomboşken piskoposun kasasının altın ve gümüş dolu olduğunu bildiklerini anlattılar. Ve kral piskoposu çağırdı ve piskopos geldiğinde kral ona konuştu ve dedi.

"Göğsünde taşıdığın haç, hayata hayat katmak anlamına gelir. Ama sen hayattan hayat eksilttin ve hiç bir şey vermedin. Bu yüzdendir ki bu krallığı terk edecek ve bir daha geri dönmeyeceksin."

Ve tam bir ay boyunca gün be gün erkeklerle kadınlar kendilerine yüklenen angaryaları anlatmaya krala geldiler. Ve tam bir ay boyunca gün be gün zalimin biri ülkeden sürüldü.

Ve Sadık Halkı şaşkınlığa uğramıştı ve yürekleri şenlenmişti. Ve günlerden bir gün yaşlılar ve gençler geldiler, kralın yaşadığı kulenin etrafını alarak ona seslendiler. Ve o, bir elinde asası, öbür elinde tacı, merdivenlerden aşağıya indi. Ve onlarla konuşarak dedi.

"Şimdi beni ne yapacaksınız? Bakın uhdeme teslim ettiğinizi sizlere geri veriyorum."

Ama onlar bağırıştılar, "Hayır, hayır, sen bizim adil kralımızsın. Ülkeyi engereklerden temizledin; kurtları etkisiz bıraktın ve biz şükranlarımızı sunmak için geldik sana. Taç görkemiyle senin, asa zaferiyle senin olsun." Ve kral dedi.

"Ben değil, ben değil. Siz kendiniz kralsınız. Beni güçsüz ve kötü yönetici saydığınızda, siz kendiniz güçsüz ve kötü yönetiliyordunuz gerçekte. Şimdi ülke refah içinde, çünkü bu sizin elinizde. Ben hepinizin aklındaki bir düşünceyim yalnızca ve sizin eylemlerinizin dışında var değilim. Yönetici diye kimse yok; yalnızca yönetilen, kendini yönetmek üzere var.

Ve kral tacı ve asasıyla kulesine döndü. Ve yaşlıların ve gençlerin her biri kendi yoluna gitti, hoşnut. Ve her biri, o günden sonra kendini bir elinde taç, öbüründe asa, bir kral olarak gördü.

(Bu hikâye Halil CİBRAN’ın Gezgin adlı eserinden alınmıştır.)

Herkesin payına düşeni alması ümidiyle kalın sağlıcakla.

 

Yazarın Diğer Yazıları